Osmanlı'nın Kuruluşu Semineri II - Kaynaklar Sorunu

Gelelim elimizdeki kaynaklara. Biraz önce belirttiğim gibi ilk Osmanlı tarihleri Osman Gazi’den yaklaşık yüzyıl sonra ortaya çıkmıştır. Elimizde bulunan en eski kaynak Ahmedi’nin İskendername’sinde bulunan Osmanlılarla ilgili kısımdır. Bu kısmın tam adını notlarda bulacaksınız. Bazı tarihçilere göre bu tarih olarak adlandırılmamalıdır. Çünkü bu bir Osmanlı şehzadesine ithaf edilmiş bir destan ve ahlakçı bir metindir. Buna tam olarak katılamıyorum. Bu eserin okuyucuya belli fikirleri aşılamak için yazılmış olduğu doğrudur ama bunlar geçmişe atıfta bulunarak ve geçmiş belli bir biçimde sunularak yapılmaktadır. Bugünün standartlarına göre istenilen nesnellikte olmayabilir ama sonuç itibarıyla, öznel veya nesnel, geçmişin işlenmesi, temsil edilmesi ve gerekçelendirilme çabasıdır. Bu da bir tarih olarak kabul edilmesi için yeterlidir.


Elimizde olmayan ama kendisinden gelen birçok tarihe kaynaklık etmiş olduğu iddia edilen ve Ahmedi ile aynı döneme ait Yahşi Fakih’in Menakıbname’si vardır. Böyle bir eserin varlığından bizi haberdar eden Aşıkpaşazade’dir. Yazmış olduğu tarihte bu eseri görmüş ve kullanmış olduğunu belirtmektedir. Yahşi Fakih’in babası Orhan Gazi’nin imamıdır. Kabul edilen görüş Yahşi Fakih’in eserini Ankara Savaşı’ndan sonra yazdığıdır. Aynı durum Ahmedi için de geçerlidir. Her iki kaynak da Osmanlı’nın Moğollara karşı kaybettikleri savaştan sonra içine düşmüş oldukları karışıklık ve yok olma tehlikesi döneminde yazılmıştır. Her iki kaynak da dönemin sorunlarıyla ve bu sorunlara nasıl çözümler getirilmesi gerektiğiyle yakından ilgilidir. Her iki kaynak da ideal bir Osmanlı yaratarak sorunların neden ortaya çıktıklarını gösterme gayreti içindedir ama aynı zamanda Osmanlı’ya içinde bulunduğu yeni koşullarda yardımcı olacak yeni bir şecere ve ideoloji arayışı içindedir. İleride çeşitli Osmanlı tarihlerinin kaynak olarak kullanılacakları bu ilk kaynaklar bu koşullar içinde ortaya çıkmıştır. Her iki kaynağında yararlandıkları başka kaynaklar vardır. En azından böyle olduğunu kabul ediyoruz. Bu kaynakların büyük kısmının sözlü gelenekler, popüler destanlar ve menkabeler olduklarını söylemek abartma olmayacaktır.

Sırası gelmişken tanımlamakta yarar var. Menkabe, birşeyden bahsetmek anlamına gelen Arapça nekabe’den gelmektedir ve önemli olay ve kişileri öğen yazı türüdür. Çoğulu menâkıbdır. Geçmişle ilgili bir olaya uygulandığında tarihsel bir söylemdir, ama bugünün tarih anlayışına sıkı şekilde hâkim olan “nesnellik/tarafsızlık” ilkesi açısından tam anlamıyla bir tarih değildir. Çünkü tanım itibarıyla genelde öznel bir tutumun sergilenmesine dairdir. Ayrıca hem tarih hem de menkabe kelimeleri aynı dönemde kullanılmış oldukları, bazı eserler menkabe, bazı eserler de tarih olarak adlandırıldıkları için, belli ki bu iki kelime arasında bir fark görülmüştür. Fakat her ikisi de sonuç itibarıyla tarihsel söylem türüne girer. Mankabe, taraf tutmanın daha önemli olduğu bir tarihsel söylem türüdür.

Yahşi Fakih’in mankabesi elimizde değildir. Ahmedi’nin ve onunla beraber bir grup Osmanlı tarihçisinin kullanmış olduklarına inanılan kaynak da yoktur. Yahşi Fakih’in kaynağında yazanlar hakkındaki bilgimiz Aşık Paşazade’den geliyor. Sonuç itibarıyla elimizde bulunan en eski iki kaynak Osman Gazi’den yüzyıl sonrasına aittir. Bu iki kaynaktan yararlanan ilk tarihler de 1400’lerin sonunda ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendi içinde en tutarlı tarih olan Aşık Paşazade’nin tarihi 1484 yılındandır. Osmanlı Beyliğinin ilk dönemine ait bir Osmanlı kaynağı şu anda elimizde yoktur. Bu kaynaklar açısından karşımızdaki ilk sorundur.

İkinci sorun bu kaynaklardaki olgularla ilgilidir. Bu konuda en büyük itiraz Osmanlı tarihçilerinden Colin Imber’den gelmektedir. Yapmış olduğu titiz inceleme sonunda, Osmanlıların kökenleriyle ilgili rivayetlerin hiçbirinin tarihsel açıdan doğru olmadığı sonucuna varmıştır. Bu tarihçiye göre, kesin olarak bilinen birşey varsa, o da Ertuğrul, Osman ve Orhan’ın isimleriyle Osman Gazi’nin bir beylik kurmuş olduğudur. Aslında Osman ismi konusunda da bazı itirazlar bulunmaktadır. Colin Imber, hem Gazilik hem de Oğuz aşireti temalarının onbeşinci yüzyılın başlarında yukarıda bahsetmiş olduğumuz ilk tarihler ile birlikte çıktığını iddia etmektedir. Ona göre Osmanlı’nın bu dönemi bir Kara Delik’tir. Imber’in ilk Osmanlı kaynaklarına kuşkulu yaklaşımı yerindedir ve birçok tarihçi tarafından paylaşılmaktadır. Fakat diğer tarihçiler Imber kadar keskin yaklaşmamaktadır. Örneğin Kafadar bu durumun çok daha temkinli hareket edilmesini gerektirdiğini, ama bu kaynaklardan tamamen vaz geçilmemesi gerektiğini söylemektedir. Kafadar bu konuda haklıdır. Herşeyden önce Kara Delik içinde bulunduğumuz durumu açıklamak için yanlış bir metafordur. Astronomiye ait olan Kara Delik olgusu gözlemi olanaksız kılan bir durum olarak tanımlanır ki, son yıllarda bunun bile kesinlikle doğru olmadığı konusunda kuşkular belirmiştir. Osman Gazi’nin beyliğine ait bu dönem gözleme ve incelemeye tamamen kapalı bir evre değildir. Olsa olsa henüz bulunmamış bir kara kutudan bahsedebiliriz. Kaynaklarda yaygın şekilde başka yerlerde de kullanılmış motifler vardır, ama bunun yanında dikkat çekici başka unsurlar da bulunmaktadır. Örneğin, kardeş katli gibi bazı olgular bazı kaynaklarda gözükmezken, daha sonra gelen kaynaklarda ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni bu olguların sonradan uydurulmuş olmaları mıdır, yoksa bazı olgular uygun bulunmadıkları için saklanmış mıdır? Bu sayede bazı gerçek olgulara ulaşabilir miyiz? Diğer yandan ilk kaynaklar bize Osmanlı Beyliği’nin nasıl kurulduğunu doğru şekilde anlatmıyor bile olsa, en azından o dönemde geçerli olmuş zihniyetler ve bir sonraki dönemin insanlarının geçmişlerini nasıl kurdukları hakkında bilgi vermektedir. Tamamen umutsuzluğa kapılmamak için başka nedenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri ilk kaynakların sadece Osmanlılar’dan gelmediğidir. Özellikle Osman ve Orhan Gaziler zamanında yazılmış Bizans kaynakları mevcuttur. Aynı şekilde başta Venedik olmak üzere İtalyan kaynakları da vardır. Bunlar henüz değerlendirilmemiştir. Değerlendirilmemiş bir başka alan da arkeolojidir. Bu konudaki çalışmalar henüz emekleme evresindedir. Tüm bunların yanında hâlâ Türkiye’de yığınlarca belgenin bulunma olasılığı vardır.

Bu bağlamda gerçekler veya gerçek olgular konusuna tekrar geri dönmek istiyorum. Belli bir tarihçilik anlayışına göre, önemli olan öznel olanı elden geldiğince eleyerek nesnel gerçeğe ulaşmaktır. Osmanlı tarihçiliğinde de böyle bir anlayışın yaygın olduğu gözükmektedir. Bu anlayış Osmanlı’nın nasıl ortaya çıktığı konusunda ne kadar yararlıdır? Herşeyden önce Osmanlı’nın kuruluşu bir olay mıdır? Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’de kurulmuştur, diyebiliriz. Her ne kadar bu konuda bile bazı kavgalar çıkabilecekse de genelde TC’nin bu tarihte kurulmuş olduğu kabul edilir, eğer cumhuriyetin çok dar bir tanımından yola çıkıyorsak. Osmanlılar için böyle bir durum ne kadar doğru olabilir? Büyük ihtimalle belli bir günde kurulmadı. Fakat daha da karmaşık olan bu kuruluşun nedenlerini açıklamak olacaktır. Burada olayların dünyasından ayrılıp yorumların dünyasına adım atıyoruz. Kendi tarihçilerimizi bir yana bırakalım, büyük ihtimalle Osmanlı’nın ortaya çıktığı dönemde bile çeşitli yorumlar mevcuttu ki, bunların bir kısmını kaynaklarımızda görüyoruz. Burada söz konusu olan bir olaylar zincirinin veya örgüsünün yorumlanmasıdır. İstediğimiz kadar özneyi devre dışı bırakmaya çalışalım, yorum öznele aittir, nesneye değil. Hangi ölçütü kullanarak hangi öznelin nesnel açıdan doğru olduğunu saptayabiliriz? Sonuçta ölçüt de öznelin dünyasına aittir. Burada işler arapsaçına dönüyor ve öyle görülüyor ki aslında bir değil ama iç içe geçmiş yığınlarca kara kutuyla karşı karşıya olabiliriz. O zaman tarih kara kutular arasındaki farklılıkların göz önüne serilmesi mi oluyor? Bu tabii ki ne herşey doğrudur, ne de tek bir doğru olduğu ama doğrular arasında gidip gelmemiz gerektiği anlamına geliyor.

Örneğin, Osmanlılar kimdir sorusuna nasıl yaklaşacağız? Bizans açısından İranlıların saldırısıydı söz konusu olan. Burada kendilerine Roma’dan kalmış olan terminolojiyi kullanıyorlardı. Büyük ihtimalle sınırlarında sorun yaratanların İranlı değil ama Türkçe konuşan bir grup olduğunu farkındaydılar. En azından bunlar farklı İranlılar diyorlardı. Bitinya köylüsü ve tekfurları için ise herhalde birden fazla grup söz konusuydu ve bunlara çeşitli adlar takmışlardı. Osman Gazi’nin grubuna Osmanlı’nın çetesi, grubu, topluluğu veya kısaca Osmanlılar demiş olabilirler. Öyle görülüyor ki Osmanlıların kendisi böyle bir ayırıma gitmemişti. Kendilerini Osmanlı’nın temsil ettiği gruptan görmüş olabilirler, ama bunu tam olarak belirlenmiş bir kimliğe dönüştürmemiş gözüküyorlar. Örneğin, ilk Osmanlı tarihlerinde Orhan ve kardeşi Alaettin arasında geçen bir konuşma var. Burada kardeşi Orhan’a, farklı başlık kullanarak kendisini ve kapısındaki kulları, çevresindeki diğer asker ve beylerden ayırmasını söylüyor ve Orhan’da yapıyor. Kendi grubuna ak başlık giydiriyor. Osmanlı tam burada mı ortaya çıkıyor? Eğer böyleyse belki de Osman Gazi döneminde Osmanlılar’dan bahsedemeyiz. Sonuç olarak elimizde birden fazla kara kutu mevcut. Osmanlılar bir kere değil, ama bir kaç kere ortaya çıkmış olabilirler ki, sanırım en sonuncusu on dokuzuncu yüzyıldaydı. O zaman neden bahsediyoruz?

Yorumlar