Burası ve Ötesi Semineri - Eski Türklerde Cenaze Törenleri ve Öte Dünya İnanışlarına Bakış
Pastoral Göçebelerin Ortaya Çıkışı

Bu ince ayrıntıları bir kenara bırakacak olursak, Türk denen grubun ortaya çıkışı, en azından tarih sahnesine çıkışı, pastoral göçebelikle yakından ilgilidir. Dolayısıyla, Türk denen grubun öte dünya inançları pastoral göçebeliğin sunduğu malzemenin yine bu yaşam tarzının sunduğu tercihler ve bu tercihlerin insan aklının izin verdiği sınırlar içinde farklı biçimlerde yorumlanmasının sunduğu seçenekler doğrultusunda kullanılmasıyla ilgilidir. Peki, ne tür bir malzemeden bahsediyoruz? Bunu yanıtlamak oldukça güç ama ne tür olasılıkların mevcut olduğunu belirtebiliriz. Diğer yandan farklı yaşam tarzlarına ait malzemenin durumu ne olmuştur? Ne şekilde pastoral göçebeliğin sunduğu malzemeyle birleştirilmiştir?


Mevcut çalışmalar pastoral göçebeliğin MÖ 1500 yıllarında ortaya çıktığını göstermektedir. En azından genel kanı bu yöndedir. Uzun bir süre pastoral göçebeliğin avcılıktan sonraki evre olduğu, tarımdan önce geldiği düşünülmüşse de, son çalışmalar pastoralizmin tarım toplumlarının bir sonucu olduğunu göstermiştir (Khazanov, 1984:85-87). Hayvancılığa geçilmesinin ancak hayvanların evcilleştirilmesiyle ve bunun da yerleşik düzene geçilmesiyle mümkün olduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ayrıca tüm pastoral topluluklar tarım toplumlarından sonra ortaya çıkmıştır. Demek ki avcı toplumlarının kendi başlarına pastoral toplumlara yol açması gibi bir durum söz konusu değildir ama bu her pastoral toplumun kökeninde bir tarım toplumunun olduğunu getirmemektedir. Hayvanların evcilleştirilmesinin başarılması için yerleşik düzene (ve daha ziyade tarımcı yaşam düzeninin görüldüğü yerleşik düzene) geçilmesi şart gözükse de, bazı avcı toplumlarının tarım toplumlarından evcilleştirilmiş hayvan alarak pastoralizme geçmesi mümkündür. Ayrıca yine bazı avcı toplumları da diğer toplumların üzerlerindeki baskısından ötürü doğal habitatlarını terk etmek zorunda kalınca bu yolu seçmiştir. Demek ki bir tarım toplumundan gelmeden ama onun evcilleştirildiği hayvanlardan yararlanarak pastoralizme geçmek mümkündür (Vajnshtejn, 1978: 127-132). Bu durumda bu toplumun yaşam tarzı çok daha farklı bir şekilde gelişecek, avcılıktan gelen kültürel değer ve pratikleri, yeni edindiği yaşam tarzının zamanla sunduğu değer ve pratiklerle karışacaktır.

Pastoralizmi hayvancılık olarak tanımlayabiliriz. Pastoral göçebelik bu yaşam tarzının bir türevidir. Göçebe pastoralizmi çeşitli bölgeler şeklinde de sınıflandırabiliriz. Bizim konumuz itibarıyla ilgilendiğimiz alan Avrasya göçebe pastoralizmidir. Pastoralizmin bu bölgedeki gelişimini inceleyecek olursak, mevcut bilgiler bu sistemin başlangıcını, daha önce değindiğimiz gibi, yerleşik düzene ve bunu en başarılı şekilde sürekli kılan tarıma geçişte görüyor. Hayvanların evcilleştirilmesi hareketsizliği gerektiriyor ama tek koşul bu değil. Bu hayvanların beslenebilmesi de gerekiyor. Pastoralizmi ilk başta tarımdan bağımsız bir yaşam biçimi olarak görmemiz gerekmiyor. Hayvancılık tarımla birlikte ortaya çıktığına göre, tarımdan görece bağımsız bir yaşam biçimi olarak belirmesi için bazı koşulların ortaya çıkmasını beklemek makul bir yaklaşım olarak gözüküyor. Neticede tamamen hayvancılığa geçiş tarımın istenilen düzeyde gerçekleşmediği bölgelerde gerçekleşmiş gözüküyor. Diğer yandan hayvancılığa tam anlamıyla geçişi anlamak için tarımın yetersiz kalmasının yanında ikinci ve farklı bir devrimi de dikkate almamız gerekmektedir. Bu devrim Andrew Sherratt’ın İkinci Ürünler Devrimi olarak adlandırdığı süreçtir. Bu devrim, Eski Dünya tarımında iki farklı evreyi birbirinden ayırır. Bunlardan ilki tarımsal üretimin teknolojisiyle taşıma sistemlerinin insanın kas gücüne dayandığı, hayvanların sadece etleri için tutulduğu çapa tarımı evresidir. İkincisiyse, bunun ardından gelmiş olan hayvansal enerji kaynaklarına dayanan saban tarımcılığı ve hayvancılığın belirdiği evredir. Bu evrenin iki önemli buluşu saban ve arabadır. Ayrıca hayvanların yününden ve sütünden yararlanmak da bu evrede belirmiştir. Bu buluşlar bir yandan tarımsal üretimin yoğunluk kazanmasını sağlarken diğer yandan da taşımacılık, ticaret ve kişisel hareket kolaylaşmıştır. Böylece daha kalitesiz toprağa sahip bölgeler tarıma açılabilirken, daha önceden mümkün olmayan bölgeler de insanlara açılmıştır. Hayvanın yününden yararlanma yeni bir ticaret aracının ortaya çıkmasını sağlarken, süt kullanımı da çok daha büyük sürüleri ekonomik kılmıştır (Sherratt, 1997:159-161). Bu buluşların hepsi aynı anda belirmemiş olmasına rağmen, sabanla arabanın 4. bin yılda kuzey Mezopotamya’da ortaya çıktığı düşünülmektedir (Age., 169). Dördüncü bin yılda ayrıca dört veya beş hayvan türü de evcilleştirilmiştir. Bunlar at ve deve gibi binilebilecek ve yük taşımada kullanılabilecek hayvanlardır (Age., 170). Hayvancılık bu gelişmelerin sonunda özellikle tarımın yetersiz kaldığı durumlarda geçerli olan bir yaşam biçimi olarak belirmiş ve bu tür bölgelerin bulunduğu geniş alanlara yayılmıştır. Hayvancılığın önünde belirmiş tek doğal engel çeşitli insan topluluklarında var olan süt ve süt ürünlerini sindirememe özelliği olmuştur. Bu toplulukların en önemlilerinden biri Çinlilerdir ve pastoralizm Çin bölgelerinde yayılamamıştır (Age., 187).

Üçüncü bin yılın ortalarından itibaren neolitik avcı ve balıkçılarla tunç dönemi tarımcılarıyla hayvancıları orta Avrasya’nın Kuzey bölgelerini, Ural dağlarının doğusunu, yani Altay ve Tanrı dağlarının bulunduğu bölgeyle Aral Gölü civarını paylaşmaya başlamıştır (Di Cosmo, 2002:23). Henüz tam anlamıyla göçebe olmamalarına rağmen, batı ve orta Asya’da at kullanan ilk toplulukların üçüncü bin yılın ortalarıyla erken ikinci bin yıl arasında ortaya çıktığını kabul edebiliriz (Age., 26). Bu toplulukların tam anlamıyla göçebe hayvancılığa geçişi muhtemelen birinci bin yılın başlangıcına kadar gerçekleşmemiştir ve ilk atlı İskit okçuları MÖ. dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda belirmiştir (age., 27). Uzun bir süre İskitler’in ortaya çıktığı bölgenin Volga civarı olduğuna inanılmıştır. Günümüzde bu Orta Asya şeklinde değişmiştir. İskit kültürünün arkeolojik özellikleri ilk olarak Altay ve Tanrı dağlarının oluşturduğu bölgede MÖ 6 ve 4. yüzyıllarda belirmiş kurgan mezarlarında tespit edilmiştir. Altay ve Tuva bölgesinde ilk göçebelerin muhtemelen MÖ 9. yüzyılda belirdiği düşünülmektedir. Gryaznov’un kronolojisi Altay İskit dönemini MÖ 9. yüzyıldan başlatmaktadır. Bu bölgenin sonu yaklaşık MÖ 3. yüzyıla denk gelen İskit döneminin ardından Hun Sarmat dönemi başlamıştır (age., 35-36).

Avrasya bozkırlarının tarihinin tamamını pastoral göçebe toplulukların tarihi şeklinde görmemek gerekiyor. Bu bölgede görülen üçüncü ve ikinci bin yıla ait pastoral toplulukların göçleri daha sonra belirecek göçebe pastoralistlerin göçlerinden farklıdır. İlk kategorideki gruplar hâlâ ekilecek topraklarla ilgilenmektedir. Dolayısıyla Hint İran toplulukların göçlerini İskit ve Moğollarınkine benzer görmemek gerekiyor. Her ne kadar pastoral göçebeliğin teknolojik alt yapısı (sürülerin tür yapıları, uzun süreli hareketli hayvancılık, sütçülük, hayvanlarla dayanan taşımacılık ve ulaşım ve atçılık) kazak ve Avrupa bozkırlarında ikinci bin yılın ortalarından itibaren belirmiştiyse de, “tunç çağı bozkır kültürlerinin” belirmesi MÖ ikinci ve birinci bin yılların oluşturduğu sınırda gerçekleşmiştir. MÖ birinci bin yılın başında eski yerleşkeler yerlerini göçebeliğin ve atçılığın baskın olduğu yeni kültürlere bırakmış ve antik çağ yazarlarının “süt içiciler” ve “kısrak sağıcılar” olarak adlandırdığı ve daha sonra Kimerler, İskitler, Sakalar vb adlarla anılacak topluluklar ortaya çıkmıştır (Khazanov, 1984:94). Bu tarih aynı zamanda bu bölgenin daha kuru bir iklime geçişine karşılık gelmektedir. Her ne kadar pastoral göçebeliğe geçişin nedenleri üzerine olan tartışmalar kesinlik kazanmamışsa da, bu yaşam biçimine geçişle daha kuru iklimin belirmesi çakışmaktadır (age., 95).

Şu ana kadar daha ziyade Mezopotamya kökenli bir yayılmadan, ilk tarım topluluklarının sırasıyla pastoral ve pastoral göçebe toplulukları ortaya çıkarmasından bahsettik. Anlatımızın bu kısmı bizi İskitlere, yani İran dili konuşan topluluklara getirdi. Burada bir ufak ayrıntıya daha değinmekte yarar var. Her ne kadar İskit topluluklarının ortaya çıktığı bölgeyi (anavatan sözcüğünden bilerek kaçınıyorum) Volga bölgesinden Orta Asya’ya taşımışsak da, burada bahsedilen sadece İskitler’in bu bölgede ortaya çıktığıdır. Tüm Hint Avrupa topluluklarının bu bölgeden yayıldıkları gibi bir iddia en azından bu tartışma açısından söz konusu değildir. Hint Avrupa toplulukları Karadeniz’in kuzeyinde veya Orta Anadolu’da belirmiş ve daha sonra bu grupların bir kısmı doğuya yayılmış olabilir. Nitekim Renfrew’a göre, İndüs Vadisi uygarlığında kullanılan diller MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Hint Avrupa dilleriydi (1988:271). Dolayısıyla burada söz konusu olan İskitler denen etnik veya politik grubun ortaya çıktığı bölgedir ki bu da günümüzde Altay Tuva bölgesi olarak kabul edilmektedir.

Diğer yandan Orta Asya’nın geçmişinde Mezopotamya kökenli tarım toplulukların yayılmasından ve daha sonra pastoral topluluklara dönüşmesinden çok daha önce bu bölgeye yerleşmiş avcılık ve balıkçılıkla geçinen topluluklar da mevcuttur. Fiziksel özellikler açısından baktığımızda batıdan yayılan topluluklar daha Avrupaoid, doğudan ve kuzeyden gelen bu pastoralizm ve tarım öncesi topluluklarsa daha Mongoloiddir. Bu fiziksel özellikleri açısından farklı iki grup açısından baktığımızda, MÖ üçüncü bin yılın ortalarında Yenisey-inusa ve Altay bölgelerinde belirmiş Afanasevo kültürünün Avrupaoid, bunu MÖ ikinci bin yılın başında izleyen ve Sibirya orman kuşağından gelmiş olduğu düşünülen Okunevo kültürününse Mongoloid olduğu kabul edilmektedir. Her iki kültür de hayvancılıkla uğraşmakta ve metal kullanımını bilmektedir. Okuneva kültürünüyse MÖ 1500’de Avrupaoid türün baskın olduğu Batı Avrasya kökenli ve Hint İran olduğu sanılan Andronovo kültürü takip etmiştir. Bu kültürde hayvancılığın daha yerleşik bir biçimi egemen olmuştur. Metal kullanımı önemini korumuştur. Bu kültür Pontus (Ukrayna) bozkırlarından Yenisey’e nehrine kadar uzanmıştır. Anlaşılan tam olarak Altay bölgesini kapsamamıştır. Son dönemlerindeyse erken İskit-Saka, yani İran halklarıyla ilişkilidir. Minusa bölgesinde MÖ 1300-800 arasında Karasuk kültürünü görüyoruz. Bu kültürde nüfusun en azından yarısının Mongoloid olduğu görülüyor. Karasuk kültürünün yerini İskit-Saka kökenli Tagar (MÖ 800 - MS 1.yy) kültürü almıştır. Ünlü Pazyryk mezarları bu kültüre aittir. Bu bölgenin doğusunda, kuzey Moğolistan (Baykal) bölgesindeyse Mongoloid at yetiştiren pastoral topluluklar mevcuttur. Bu toplulukların avcı-toplayıcılıktan göçebeliğe geçmiş oldukları kabul edilmektedir (Golden, 1992:40-41).

Pastoralizmin Orta Asya’daki gelişimine bu kadar geniş yer ayırmamızın nedeni, Eski Türkler olarak adlandırdığımız toplulukların pastoral göçebe olmalarıdır. Her ne kadar çok gerilere gitmese de, pastoralizmin Orta Asya’da kısa olmayan bir geçmişi vardır. Bu geçmişi etnik gruplar bağlamında incelemek aslında uygun bir yöntem olmasa da, fiziksel özellikler açısından bakıldığında iki farklı grubun, Avrupaoidlerle Mongoloidlerin tam da Türklerin ortaya çıktığı kabul edilen bölgede, yani Altaylarda karşılaştıklarını ve muhtemelen karıştıklarını görüyoruz. Mongoloid grupların daha ziyade avcı toplayıcılıktan pastoral göçebeliğe geçmiş oldukları gözüküyor ve bu geçişin nispeten geç bir tarihte, yani tarih sahnesine çıkmadan hemen önce gerçekleştiği düşünülüyor. Diğer yandan Avrupaoid gruplarsa tarım toplumlarından pastoralizme dönüşmüş topluluklar. Demek ki Altay bölgesinde iki farklı kökene ait pastoralistler karşılaşıyor. Türk denen topluluk veya topluluklar tarih sahnesine MS 6. yüzyılda, İran grupları bu bölgenin iktidar çatışmalarında kaybolduktan sonra çıkıyorlar. Daha önce değindiğimiz gibi, Türk kağanlığının en azından ilk döneminde Türkçe dili kullanılarak açıklanamayan çeşitli unsur ve özellikler mevcut. Avrupaoid unsurların daha sonra Türk olacak unsurlar üzerinde ciddi bir etkiye neden olduklarını düşünmek mümkün (age., 42). Üstelik biraz daha ileri giderek Türk denen etnik grubun olmasa da siyasi ve kabilesel grubun bu kaynaşmadan ortaya çıktığını da düşünebiliriz. Aslında burada bu tür ayrıntılarla uğraşmak anlamsız gözüküyor. Göçebeliğin ortaya çıktığı bu dönem (yaklaşık olarak MÖ birinci bin yıl) aynı zamanda çeşitli önemli toplumsal değişikliklerin de görüldüğü bir dönem. Göçebeliğe geçişin kendi toplumsal yapılarını getirdiği görülüyor. Bunlardan biri de MÖ yedinci ve altıncı yüzyıllardan itibaren kabilesel birlik merkezlerinin ortaya çıktığı bir dönem. Yani henüz günümüzdekine benzer etnik gruplar oluşmamış durumda. Üstelik görünüşe göre bir etnik yapılanma uzun bir sürede gözükmüyor. Bireyler Türk, Moğol, İran farklılıklarını muhtemelen biliyorlardı ama bunu siyasi anlamda kullanmamış gözüküyor. Örneğin, antik çağın Helen kabilelerine baktığımızda, bunlar arasında dışarıya karşı bir birleşme görüyoruz. Benzer bir birleşme Avrasya bozkırlarında gerçekleşmemiş gözüküyor. Bir ayırımcılık elbette var. Örneğin, Avrupaoid Yüeçi grupları Mongoloid gruplarla karşılaştırıldığında hiyerarşide daha üstte olabiliyorlar. Benzer duruma Türk kağanlığında da rastlanıyor ama bu daha çok kabileler düzeyinde olmuş gözüküyor. Demek ki etnik gruplar yaklaşımını bir kenara bırakmak gerekecek. Diğer yandan kabileler arasındaki dini inançlara baktığımızda, ya altından kalkamayacağımız bir zenginlikle karşılaşabiliriz ya da ayrıntıları bıraktığımızda önemli benzerlikler görebiliriz. Bu tartışmanın iddiası analizimizi daha ziyade yaşam tarzları çerçevesinde yoğunlaştırmak şeklinde olacak. Neticede her kabilesel birlik kendi kimliğini ortaya çıkarmak için belli ayinsel farklılıklar yaratacaktır ama bunu dini kategoriye dahil etmek gerekmemektedir. Bunlar daha çok ortaya çıkış mitleri şeklinde belirecektir. Bizim ilgilendiğimizse öte dünya inançları ki burada temel nokta muhtemelen var olan dünyanın ötesindeki dünyadır. Yani burada söz konusu olan var olan dünyayla ilişkili bir benzerlik veya zıtlık ilişkisi kurulmasıdır. Bu ilişkinin doğası ne olursa olsun, burada söz konusu olan bir kabilesel kimlik değil, daha ziyade benimsenmiş yaşam tarzıyla kurulan bir ilişkidir. Bu ilişki var olan yaşam tarzının tamamen reddi şeklinde gelişebileceği gibi kopyası biçiminde de ortaya çıkabilir. Yani ortaya çıkacak olan Türk’ün, İskit’in, Saka’nın, Moğol’un vb.nin değil daha ziyade pastoralin veya avcı toplayıcının veya tarımcının öte dünyası şeklinde olacaktır. Bir ikinci özellik de ortaya çıkacak öte dünyanın belli bir coğrafyaya ve coğrafyanın aşıldığı durumlarda da belli bir çevreye ait insanın öte dünyası şeklinde belireceğidir.

Bu noktada bunun böyle olması şart mı diye sorabiliriz? Belli bir etnik grubun öte dünyası neden olmasın. Eğer benzer tanrı veya tanrıçalara verilen farklı adlardan bahsediyorsak, bu zaten vardır. Eğer sadece belli bir grubun tanrısı veya tanrıçası anlamında bir ilişkiden bahsediyorsak, sanırım bunun da olduğunu söyleyebiliriz. Fakat burada benim belirtmeye çalıştığım Avrasya bozkırlarında böyle bir alışkanlığın olmadığıdır ki bu belki de Avrasya pastorallerinin dışarıya daha açık olma alışkanlığıyla açıklanabilir. Diğer yandan kötü ruhları diğer kabilenin başına salmak gibi alışkanlıklar mevcuttur ki bu genellikle şamanların görevlerinden biridir diyebiliriz. Fakat bu belli bir kabilenin tanrısı veya tanrıçası olmasından farklı bir durumdur. Burada söz konusu olan belli bir kabilenin veya grubun talihinin korunmasıdır.

Di Cosmo, N. (2002), Ancient China and Its Enemies: The Rise of Nomadic Power in East
      Asian History, Cambridge Univ.
Golden, P. (1992), An Introduction to the History of the Turkic Peoples, Wiesbaden: Otto
      Harrassowitz
Khazanov, A.M. (1984), Nomads and the Outside World, Cambridge: Cambridge Univ.
Renfrew, C. (1988), Archaeology and Language, The Puzzle of Indo-European Origins,
      New York: Cambridge Univ.
Sherratt, A. (1997), “Plough and Pastoralism: Aspects of the Secondary Products
Revolution,” Economy and Society in Prehitoric Europe’un içinde, Princeton: Princeton Univ.

Yorumlar