Tarihöncesinin Tanımlanması

Tarih ve Tarihöncesi

Tarih öncesi denildiğinde ilk akla gelen (en azından bu kavramla ilgili genelde kabul edilen tanımı hatırlayanlar veya bilenler için), bu dönemin insanlığın evriminin yazıdan önceki evresini ifade ettiğidir. Gerçekten de tarih yazıyla, yani kaydetme sürecinin belirmesiyle başlatılır ve bu yüzden de tarihöncesi yazıdan önceki dönemi ifade etmek için kullanılır. Yani tarih yazıdır ve tarih öncesi de yazıdan önceki dönemdir. Burada anlatılmak istenen yazıdan önce tarihin olmadığı değildir. Geçmişin anlamlandırılması faaliyeti yazı ortaya çıkmadan çok daha önce belirmiş olabilir ama geçmişin anlamlandırılmasıyla ilgili faaliyetlerin varlığından haberdar olmamız geride yazılı bir şeylerin bırakılmış olmasına bağlı olduğundan, bu konuyla ilgili bir şeyler söyleyebilmemiz mümkün gözükmemektedir. Arkeolojik bulgular insanların nasıl yaşadıkları konusunda çeşitli bilgiler sunabiliyorsa de, insanların geçmişlerini ve hatta geleceklerini nasıl yorumladıkları konusuyla ilgili bulgular bulmak, yazının olmadığı ortamda neredeyse olanaksızdır.

Geride bir şeyler kalmadığında yazı teknolojisine sahip olmamış toplumların geçmişlerini nasıl yorumladıklarını veya ne tür geçmişler oluşturduklarını anlamamız çok zordur ama burada dikkat etmemiz gereken başka bir ayrıntı daha vardır: Yazının olmadığı topluluklarda bu tür faaliyetler ortaya çıkmamış veya yeterince gelişmemiş de olabilir. Sözlü tarih denen bir şey, elbette insanlar geçmişlerini anlamlandırmaya başladıktan itibaren her zaman var olmuştur ama bir şeyi yazıya dökmekle o şeyin sözlü iletilmesi arasında söylenen şeyin kalıcılığı açısından bir fark yok mudur? Yani bir şeyin yazılması o şeyin daha uzun süre var olmasını getirmez mi? Dolayısıyla yazılı tarihin sözlü tarihten daha farklı etkileri olduğunu düşünmemiz gerekmez mi? Sözlü tarih bozulmaya veya değiştirilmeye daha açıktır. Yazılı tarih ilk zamanki halini çok daha uzun süre korur. Bu da çok daha farklı bir gücün ortaya çıkmasını getirmez mi? Demek ki tarihöncesini sadece yazıdan önceki dönem olarak tanımladığımızda, daha farklı bir durumun söz konusu olduğunu, en azından farklı güç ilişkilerinin geçerli olduğu bir dünyadan bahsettiğimizi gözden kaçırmamalıyız. Yazı kalıcıdır ve çoğu kez insandan (nispeten) bağımsızdır. Geri dönüp yaratıcılarını etkileme, onlara biçim verme konusunda sözlü tarihten çok daha etkilidir. Örneğin kulaktan kulağa oyununu elden ele geçirilen yazılı mesajın okunması biçiminde herhalde henüz icat edilmemiş bir oyunla karşılaştırdığımızı düşünelim. İkincisi bir oyun bile olmayacaktır. Çünkü kulaktan kulağa oyununda mesaj büyük bir değişiklik geçirebilirken, böyle bir ihtimal mevcutken, ikinci oyunda hiçbir değişikliğe rastlanmayacaktır. Geçmişin anlamlandırılması faaliyeti her zaman var olmuş olabilir ama bu faaliyetin yazılı hale dönüştürülmesi güç ilişkilerinde, gücün kullanımında çok önemli değişiklikler getirmiş olmalıdır.
Demek ki mesele tarihin olmaması veya tarihsiz toplumların söz konusu olması değildir. Tarih, eğer bu kavramı bir toplumun içinde var olduğu zamansal derinliği hem geçmişe hem de geleceğe doğru anlamlandırması şeklinde tanımlayacaksak, muhtemelen yazıdan çok önce ortaya çıkmıştır. Geçmişle ilgili bir öykü anlatmak, bu öykü mitolojik bile olsa, tarihsel bir faaliyetten bahsetmek için yeterlidir. Tarihöncesiyle ilgili asıl mesele, bu tür geçmişin onu kendi tarihsel faaliyetlerine katmak isteyenler için ulaşılmaz olmasıdır. Yani yazısal kaynaklar itibarıyla ulaşılamayan ama bilinmek istenen bir geçmiş söz konusudur. Sorun, bu geçmişe ulaşmaya çalışanlar açısından sorundur ve burada mesele, bu geçmişin arzu edilen şekilde bir güç söylemine dönüştürülememesidir. Burada güç söylemine dönüştürülmekten kastedilen, herhangi bir geçmişin bir yazılı tarihe dönüştürülmesidir.

Bu açıdan bakıldığında, tarihöncesi bir yandan böyle bir ayrımın olduğunu kabul etmek, diğer yandan da bu ayrımın aşılmasıdır. Çünkü tarihöncesi olarak adlandırılan bir dönemin kabul edilmesi, bu dönemin temsil ettiği geçmişin bir güç söylemine dönüştürülmesini engellemez. Aksine, bu daha farklı bir şekilde başarılır. Tarihin yazıyla başladığının kabulü her şeyden önce bir tarihli/tarihsiz toplumlar ayrımını getirir ki, yazının doğrudan medeniyetle ilişkilendirilmesi ve medeniyetin insanlığın ulaştığı en üst nokta olarak kabulü, tarihöncesi olarak adlandırılan bu geçmişin kendisinden sonra gelen tarihsel dönemi tehdit etmesini önler. Burada aslında zaten çok ciddi bir tehlikenin algılanmaması gerektiği düşünülebilir. Ne de olsa yazılı olmayan bir anlamlandırma faaliyetinin yazılı olan bir anlamlandırma faaliyetini etkilemesinden korkulması için bir neden yoktur. Fakat tarihöncesi denen kavramın modern söylemlerin modernite-öncesi dini tarih söylemlerinin yüzyıllardır kontrol ettiği bir geçmişi sorgulayarak ortaya çıktıklarını düşünürsek, böyle bir dönemin nasıl sorun yaratabileceğini daha net görebiliriz. Tarihöncesi kavramı İncil’e ait dünyanın başlangıcı söylemlerini çürütme süreci sırasında ortaya çıkmıştır veya ortaya çıkartılması gerekmiştir. Dünyanın geçmişinin MÖ 4004 yılından önce başladığı iddiası sonuçta tarihöncesi olarak adlandırılacak böyle bir dönemin bir şekilde tanımlanmasını getirmiştir. Tarihöncesi aslında tarihten bahsedilemeyecek bir dönemin tanımlanması değildir. Tarih yine söz konusudur. Bu dönem tarihöncesi olarak adlandırılmaktadır ama bu onu yorumlanamayacak bir döneme değil, aksine yorumlanabilecek bir döneme dönüştürmektedir. Çünkü tarihöncesi adının konulması onun yorumlanamayacağını değil, alışıldık yazılı tarih aracılığıyla yorumlanamayacağını getirmektedir. Belki medeniyet öncesi dönem olarak tanımlanmıştır ama anlamlandırılamayacak bir geçmiş olarak değil. Tek başına bırakılması zaten söz konusu bile değildir. Bir kez MÖ 4004’ten öncesinin de olduğu kabul edilince, bu “önce”nin anlamlandırılması da zorunlu hale gelmiştir. Bu noktada “var ama bilinemiyor” bir seçenek değildir.

Yazıdan önceki dönem bir yandan tarihin olmadığı, diğer yandan da medeniyetin olmadığı bir dönem olarak tanımlanmaktadır. Burada çok karmaşık bir durumun söz konusu olduğu düşünülebilir. Çünkü bir yandan medeniyet denen şeyin başladığı dönemi ayırmak anlamında yazıdan bahsedilmektedir. Diğer yandan da barbarı ayırmak anlamında bir kullanım söz konusudur. Bu ikisi aynı şekilde algılanmazlar. İkinci durum insanlığın gelişimi olarak tanımlanan doğrusal evrim çizgisindeki sapmalar veya bozukluklar olarak tanımlanırken, birinci durumsa medeniyetten önce var olduğu düşünülen bir döneme işaret eder. Bir sapmaya değil. Sapma bir duruma işaret eder; diğeriyse bir döneme. Tarihöncesi bir dönemdir bir durum değildir ve şu anda ilgilenilen konu da budur. Meseleyi tarihselliğin doğuşu (burada kastedilen yazılı tarihsellik) olarak gördüğümüzde, sonuçta her toplumun veya grubun böyle bir evresinin olması gerektiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Tarihöncesi biçiminde bir geçmişin herhangi bir topluluk tarafından kabulünün bu toplumun içinde var olduğu zamansallığı derinleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Burada yazılı bir şekilde sahiplenilemeyen bir dönemi daha farklı araçlarla sahiplenme söz konusudur ki, bu tür topluluklar bu tür çabaya girmeyen topluluklardan farklıdır. Kendisine bir tarih öncesi yaratmayan topluluklar olabileceği gibi (sadece belli bir tarihten başlayabilirler), yarattıkları tarih öncesini farklı boyutlarda ve yerlerde başlatabilen toplumlar da olabilir. Yani tarihöncesi yaratma girişimlerine sadece belli bir zamanın sahiplenilmesi olarak değil, belli bir yerin de yazılı olanın sunduğu seçeneklerin dışında sahiplenilmesi olarak da bakmalıyız. Öyle ki, sadece bir tarihöncesinin yaratılması değil, aynı zamanda bu tarihöncesinin nasıl yaratıldığı da bu işi yapan topluluğun nasıl bir zihniyetsel faaliyette olduğunu gösterme açısından epey yararlı olabilir. Çünkü eğer daha küreselleşmiş bir tarihin yaratılmasını farklı gruplaşma arzu ve çabaları olarak göreceksek, bir tarihöncesinin yaratılmasını da farklı yerleşikleşme arzu ve çabaları olarak görmeliyiz. Toparlayacak olursak, tarihöncesi denen kavramlaştırmayı tarihin olmadığı bir dönemin ifade edilmesinden çok tarihin sahiplenilmediği geçmişi başka yollarla tarihleştirme, yani tarihselliğin getirdiği bir güç söylemine dönüştürme olarak görmeliyiz.

Üç Farklı Tarihöncesi


Üç farklı tarihöncesinden bahsedebiliriz: Bir dönem olarak tarihöncesi, bir kavram olarak tarihöncesi ve bir tavır olarak tarihöncesi. Bir dönem olarak tarihöncesinin sınırları bellidir: Yazıdan önceki dönemdir. Burada tarih ve arkeoloji arasındaki ayrım kendisini gösterir. Tarih, yazının kullanıldığı dönemleri inceler; yazının olduğu geçmişleri anlamlandırılır. Bu yüzden yazının ortadan kalktığı veya yazılı belgelerin ciddi şekilde azaldığı dönemler karanlık çağlar olarak tanımlanır. Oysa bu karanlık çağlar yazının dışındaki maddi izler açısından bakıldığında hiç de karanlık olmayabilirler. Yazıdan önceki ve yazının geçici bir süre için kaybolduğu veya kullanılmadığı dönemlerse arkeolojinin alanına girer. Dönem olarak baktığımızda, yaklaşık MÖ 3500 yıllarından önceki dönem tarihöncesidir. Burada elbette bazı sorunlar belirmektedir. Bir kere insanların tümü aynı anda yazıya geçmemiştir. İkincisi, bazı toplulukların yazıya geçmeleri on dokuz ve hatta yirminci yüzyıl kadar geç bir tarihte olmuştur. O zaman bu toplulukları ya hâlâ tarihöncesi çağlarda yaşayan ya da tarihsiz topluluklar olarak görmemiz gerekmektedir. Yukarıdaki tartışmada belirtildiği gibi, bu topluluklar bizim anladığımız anlamda bir tarih faaliyeti içinde olmayabilirler ama geçmişi anlamlandırmadıklarını söylemek zordur. Demek ki, dönem olarak tarihöncesi belli bir görelilik içerir. Her şeye rağmen tarihöncesinin göreli yapısı genelde fark edilmez ve genelde kabul edilen yaklaşım, Batı’nın (buna Ortadoğu da dahildir) uygun gördüğü dönemlendirmeyi temel almaktır. Burada bir noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir. Batı her ne kadar günümüzde doğu/batı ayrımını Ege Denizi’nden başlatarak Doğu Akdeniz’i ve Ortadoğu’yu dışarıda tutuyorsa da, konu Batı tarihinin başlangıcı olduğunda bu bölgeler Batı tarihinin içine alınmaktadır; her ne kadar bu bile belli bir ayrım görülmeden yapılmıyorsa da. Dolayısıyla, tarih Sümer’le başlatılır. Bundan öncesi tarihöncesidir ve eğer hâlâ günümüzde bazı topluluklar yazısız bir evredeyseler, bunlar tarihöncesinde kalmış topluluklar olarak kabul edilir. Yani Sümer’de yazının bulunmasını bir referans noktası olarak alan bu yaklaşım, bu andan itibaren tarih dönemine geçmemiş topluluklara geç kalmış muamelesi yapar. Dönem olarak tarihöncesi paleolitik (eski taş / yontma taş devri), mezolitik (orta taş devri) ve neolitik (yeni taş / cilalı taş devri) şeklinde adlandırılmış ara dönemlere ayrılmıştır. Arkeolojinin kendi içindeki tartışmalarda bu ara dönemler çeşitli alt dönemlere ayrılır ve erken üst yontma taş dönemi gibi adlandırmalarla karşılaşılır. Şimdi gelelim bir kavram olarak tarihöncesine.
Bu konuya bu tartışmanın ilk evresinde bir giriş yaptığımızı kabul edebiliriz. Burada söz konusu olan, yazının medeniyetle ilişkilendirilmesi ve medeniyetin de insanlığın nihai ve mükemmel evresi olarak tanımlandırılmasıdır. Yazı, medeniyetin en önemli işaretlerinden biridir. Burada medeniyet kavramının nasıl kullanıldığına dikkat etmemiz gerekmektedir. Bir önceki tartışmada medeniyeti insan yapımı maddi ve manevi çevre olarak tanımladık. Fakat popüler kullanımda karşımıza çıkan medeniyet tanımı bundan farklıdır. Burada da medeniyetin insan yapımı olmasına gönderme yapılır ama bu sadece insan yapımı maddi unsurlar olarak düşünülür. Manevi unsurlar genellikle kültür olarak görülür. Her iki durumda bir çevrenin üretilmesinden bahsedilmez. Fakat burada asıl mesele bu medeniyet tanımının kendisinin bir değer yargısına dönüştürülmesidir. Medeni insan daha üstün olan insandır ve bu üstünlüğe ulaşmanın yolu da bir paket halinde gelen medeniyetle ilgili unsurların tatbik edilmesi, bunların benimsenmesidir. Bu medeniyet tanımı genelde on sekizinci yüzyılın Aydınlanmacılık düşüncesinin getirdiği kavramlarla ve bunların ortaya çıkardığı zihniyetle yakından ilişkilidir. Bu kavramların arasında tüm insanların aynı özelliklere sahip oldukları, değişimin sürekliliğini ve doğal nedenlere dayanması, ilerlemenin sadece teknolojide değil, insan yaşamıyla ilgili tüm alanlarda olması, ilerlemenin insan doğasını mükemmelleştirmesi ve ilerlemenin rasyonel (akılcı) düşünceden kaynaklanması gibi fikirleri sayabiliriz. İnsanlığın çeşitli dönemlerden geçtiği fikri Aydınlanmacılıktan önce belirmişti ama bunun evrimsel bir gelişim çizgisi (ilerleme) halinde sunulmasını Aydınlanmacılık düşüncesi getirmiştir. Modern çağın özellikle popüler kullanımdaki medeniyet tanımını bu bağlamda görmek gerekmektedir. Medeniyet insanlığın ulaştığı nihai ve en mükemmel evredir. Fakat bu tanımın bir de değer yargısına dönüştürülmesinden bahsettik.
Aydınlanmacılık düşüncesi açısından bakıldığında, medeniyetin tüm insanların ulaşacağı bir evre olduğu sonucu çıkmaktadır. O zaman medeni insanın üstünlüğü savı nereden gelmektedir. Her ne kadar bu sav Aydınlanmacılık düşüncesi içinde de tespit edilebilirse de (neticede medeniyet en mükemmel evredir, yerine bir başkası çıkana kadar), medeni-olanın medeni-olmayandan ayrılması ve bu ikisi arasında aşılmaz bir duvarın görülmesi Aydınlanmacılıktan sonraki gelişmelerin ürünüdür. Aydınlanmacılığın tüm insanların aynı özelliklere sahip olduğu fikri on dokuzuncu yüzyılda değişmeye başlamıştır. Bu dönemde etnik ve ulusal farklılıkların idealleştirilmeye başlaması, ulusal özelliklerin insan toplulukları arasındaki biyolojik farklılıklara indirgenmesini getirmiştir. Bu değişim arkeoloji ve özellikle de tarihöncesi çalışmalarına daha farklı bir şekilde yaklaşılmasını neden olmuş, insanlığın tarihöncesinden, belli toplulukların (Avrupalılar) veya ulusların tarihöncesine geçilmiştir. Tarihöncesi var olan ulusal yapıyı gerekçelendirmede, belli bir coğrafyayla belli bir etnik grubun ilişkilendirilmesinde kullanılmaya başlamıştır. Bu arada kapitalist ekonominin büyümesi ve bu büyümenin eşitsiz bir şekilde sadece bazı ülkelerde yoğunlaşması da bu çabaların içine dahil edilmiştir. Bu ikinci etmen, genel olarak arkeoloji özel olarak da tarihöncesi çalışmalarının ekonomik temelli açıklamalarla sınırlandırılmasını, geçmişin ekonomik ilerlemeler bağlamında anlamlandırılmasını getirmiştir. Bu eğilim neredeyse son yirmi yıla kadar arkeolojide egemen olmuştur. Örneğin hem tarihöncesiyle hem de tarihle ilgili dönemlendirmeler genellikle ekonomik gelişmelerden yola çıkarak yapılmıştır (Taş, bakır, demir çağları gibi). Medeniyetin başlangıcı tarıma geçişle ilişkilendirilmiştir. Neticede tarihöncesi çalışmaları hem en mükemmel evre olarak medeniyeti hem de kapitalizmi (hatta günümüzün tüketim toplumunu) gerekçelendirmek için yapılır olmuştur. Her ne kadar ırkçı eğilimler, yani medeniyeti belli toplulukların ürünü ve hakkı olarak gerekçelendirmeye çalışan eğilimler zamanla yok olmuşlarsa da, medeniyet kavramının ayrımcı yanı bu tanımın kendisinden hala ayrılmamıştır. Medeniyeti en mükemmel evre olarak ifade eden bu zihniyet zamanla ulusal arkeolojileri (bunlar da on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmelerin ürünüdür) bu yönde çabaların içine girmeye zorlamış, her ulus kendi medeniliğini, insanlığın medeniyet tarihindeki kendi rolünü bulup çıkarma konusunda çabalamaya başlamıştır. Irkçı eğilimler artık arkeolojiyi genelde terk etmiştir denebilir. Her ne kadar bazı ülkelerde bu tür çabalar hâlâ görülüyorsa da, bu tür çalışmalar artık ciddiye alınmamaktadır. Fakat tarihöncesi kavramı uzun bir süre etkin olmuş bu zihniyetten etkilenmiştir ve bu etki kavramın kendisini büyük çapta terk etmişse de, bu geçmiş zihniyetin ürünü olan bir tarihöncesi tavrı hâlâ mevcuttur.

Tarihöncesi tavrından kastedilen, medeniyet kavramının biraz önce bahsettiğimiz şekliyle algılanması ve belli bir grubun tarihöncesi olarak adlandırılan bu dönemi bu algılanmanın doğru olduğunu gösterme amacıyla anlamlandırılmaya çalışılmasıdır. Yani medeniyet önemlidir, benim de bu medeniyetin oluşumunda rolüm vardır ve var olan veya benim sunduğum şekliyle tarihöncesi bunun doğruluğunu gösterir. Aslında genelde medeniyetin parçası olmak veya medeniyetin gelişiminde belli bir rol iddiasında bulunmak için bu kadar geriye gitmek gerekmemektedir ama burada asıl yapılmaya çalışılan, bir grup olarak en kıdemli medeni topluluklar listesine girmek ve eğer mümkünse medeni-olmayı bir biyolojik veya biyolojik özellik haline getirilmiş bir kültürel özellik olarak açıklamaktır. İnsanlığın medeniyet tarihindeki rol çok küçük olabilir ama medeniyet kavramının geçmişte (yakın geçmiş de denebilir) ırkçı ve ayrımcı düşüncelerle ilişkiye girmiş olması ve hâlâ günümüzdeki birçok tarihöncesi çalışmanın özellikle sanat tarihleri şeklinde bazı büyük veya kıtasal topluluklarla ilişkilendirilmesi, bu tür küçük veya alt rollerin reddedilmesini getirmektedir. Ne kadar eskiyse o kadar mükemmeldir biçiminde bir zihniyet ortaya çıkmıştır.

Bir tavır olarak tarihöncesi, yani medeniyet tarihinde yer alma ve iyi bir yere sahip olma çabası, özellikle ulusalcı ve daha fazla bir şekilde de etnik ulusalcı veya etnik milliyetçi düşünce ve zihniyetlerle ve yeni ortaya çıkmış ulus-devletlerin kendilerini gerekçelendirme çabalarıyla ilgilidir. Tarih zaten bu tür çabaların içinde olan bir alandır; tarihin varlık nedeni bu tür çabalardır bile diyebiliriz. Tarihöncesi de farklı bir durumda değildir. İlk başta tartışıldığı gibi, tarihöncesi tarihin dışında kalan dönemlerin tarihleştirilmesidir. Hedef aynıdır. Tek fark, üzerinde çalışılan alanın yazının olmadığı dönem olmasıdır. Yazının olmaması da büyük bir sorundur. Çünkü insanların ne düşündüklerini, kendilerini nasıl tanımladıklarını, diğerlerini ve bulundukları yerleri nasıl anlamlandırdıklarını anlamak, yazının olmadığı durumlarda çok zordur. Evler ve çeşitli maddi izler tespit edilebilir ama bunların ne anlama geldiklerini, o dönemin insanlarının tanıklığı olmadan kesin bir şekilde bilemeyiz; yapacağımız her şey neticede yorumdan başka bir şey olmayacaktır. Fakat tarih alanında da aynı şey söz konusu değil midir? Tek bir farkla! Her ne kadar yapılan araştırmaların sonunda ortaya çıkan ürün tarih alanında da yorum oluyorsa da (olaylar kendi başlarına hiçbir şey söylemez; onları konuşturan, tarihçilerin yorumlarıdır), en azından bu yorumlar ortaya çıkarılırken kullanılan olaylar ve bunların arasındaki ilişkiler hakkında o dönemin kişilerinin ağzından ve o dönemin sözcükleriyle, bu bilgi kısmi bile olsa bir şeyler bilme şansımız vardır. Tarihöncesinde böyle bir şansımız yoktur. O döneme ait toplumsal iletişim veya genelde iletişim hakkında bildiklerimizin hemen hepsi bize ait çıkarsamalardır. Bir toprak kaba veya bir eve bakarak, bunları kullanmış insanların adlarının ne olduğunu, kendilerini nasıl tanımladıklarını, hangi etnik gruba ait olduklarını bilmemiz olanaksızdır. Ama bize asıl gerekli olan bilgi de budur. Çünkü geçmişin anlamlandırılması demek, bu geçmişin bugünden yola çıkarak anlamlandırılması demektir. Tarihöncesine baktığımızda içimizdeki büyük merak kısmen insanların binlerce yıl önce nasıl yaşadıklarını öğrenmekle ilgili olabilir ama çoğu kez ilgilendiğimiz asıl konu, bu insanların kim oldukları ve bizimle nasıl ilişkilendirilebilecekleridir. Ve tarihöncesinin doğasından ötürü, ne yazık ki böyle bir bilgi mevcut değildir.

Tarihöncesi Kavramı ve Günümüz Toplumu


Tarihöncesi kavramı, dönemi ve tavrı Türkiye’de de farklı bir çizgi izlememiştir. Kurulduğu günden ve hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren modernleşmeye çalışan bir toplum olarak Türkiye, arkeolojinin ve genelde eskinin korunmasının ne olduğunu anlamakta zorlanmıştır. Bu sorun bugün hâlâ çözülememiştir. Eskinin korunması veya açığa çıkarılması çoğu kez utanılacak bir çaba olarak görülmüştür. Yeniyi baş tacı eden bir toplumda bu tepkinin ortaya çıkmasına herhalde şaşırmamak gerekmektedir. Her şeye rağmen Türkiye’de arkeoloji on dokuzuncu yüzyıldan itibaren en azından Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bu ilk dönemde henüz arkeolojinin uluslaşma süreciyle olan ilişkisi belirmemiştir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü bu dönemde henüz bir ulus (kastedilen Türk ulusu) söz konusu değildir. Örneğin bağımsızlığını elde etmiş Yunanistan’da arkeoloji çalışmaları daha baştan itibaren farklı bir çizgi izlemiş, ulusal kimlik ve geçmiş sorularıyla ilişkilendirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ulusal kimlik arayışları aynı şekilde yeni Türk ulus devletinde de belirmiştir. Bu arayışların bir kısmı Orta Asya’ya yönelirken, bir kısmı da Anadolu’da çözüm arama yoluna gitmiştir. Anadolu’ya yönelme bu bölgedeki geçmişle bütünleşme arzusundan çok, Anadolu adı verilen coğrafi bölgeye sahiplenme isteğinden kaynaklanıyordu. Bu süreç sırasında Anadolu’da tespit edilen eski kültürlerin neredeyse tamamı “Türk uygarlığı”nın parçası ilan edildi. Bu konuyla ilgili en iyi örneklerden biri Hititler veya o günkü adıyla Etiler’dir. Bu arkeolojik araştırmalar bu sırada daha sonra “Anadoluculuk” olarak adlandırılacak ve başlıca temsilcileri Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Azra Erhat ve Sabahaddin Eyüboğlu olacak bir akımın doğmasına önayak olmuştur. Anadoluculuk düşüncesinin içeriği veya izlediği gelişme konumuz değil; bizi asıl ilgilendiren nokta böyle bir akımın ortaya çıkmış olması. Ne arkeologlar ne de Anadolucular yaptıkları araştırmalarda ve yayınladıkları metinlerde çok kısa bir zaman dilimiyle tatmin olmuşlardır; çoğu kez antikçağdan da geriye, tarihöncesine kadar uzanmışlardır. Burada iki tür yaklaşım belirmiştir. Bunlardan biri, biraz önce değindiğimiz gibi, Anadolu’daki tüm kültürleri etnik anlamda Türkleştirme yaklaşımı olmuştur. Bu yaklaşım Anadolu kültürlerini doğrudan etnik Türk ilan ederken, bunun farklı bir türevi de bu kültürlerin ancak Türkler aracılığıyla medeniyet tarihinde yerlerini aldıkları iddiasını geliştirmiştir. Diğer yaklaşımsa, bugünün Türkiye’sindeki toplumu Anadolu’da ortaya çıkmış tüm kültürlerin sentezi veya varisi olarak gösterme şeklinde belirmiştir. Genelde bu yaklaşımların hiçbiri masumane bir tavır sergilememiştir. Yeni Türk toplumu için söylemsel boyutta yeni bir yer inşa edilirken, bu topraklarda var olmuş veya var olmaya devam eden kültürlerin hakları ya çiğnenmiş ya da en iyi ihtimalle “farkına varılmamıştır.” Tüm bu yaklaşımlarda bir “öteki” yaratılması süreci vardır ve bu, örneğin, Halikarnas Balıkçısı’nın Anadoluculuk söyleminde bile (Yunanlıları hedefleyen biçiminde) var olmuştur. Bazı durumlardaysa (yine Halikarnas Balıkçısı) Yunan anakarasına ait Yunan kültürü reddedilirken, Anadolu’da var olan İyonlar gibi Yunan kökenli kültürler Anadolu’nun ve dolayısıyla da günümüz Türk kültürünün parçası olarak görülmüştür.

Günümüze dönecek olursak, asıl konu bugün Türkiye’nin sınırları içinde var olan tarihöncesi kültürleriyle nasıl bir ilişki kurulması gerektiğidir. Yani bu kültürler geçmişimize dahil edilmelidir ve eğer edileceklerse, bu nasıl olmalıdır?

Bu ülkenin sınırları içinde tarihöncesi döneme ait, Paleolitik veya neolitik dönemden kalan birçok kültür vardır. Türkiye bu kültürlerin ve bunlara ait yerleşkelerin korunmasını (her ne kadar çeşitli sorunlar içeren bir korunmaysa da) üstlenmiştir ama genelde bunları benimsememiş, geçmişine katmamıştır. Burada ilk sorulması gereken herhalde ne tür bir geçmişten bahsedilmesi gerektiğidir. Genetik çalışmaları hatırlayacak olursak, bu topraklardaki insanların bir kısmı ve belki de küçümsenmeyecek bir kısmı binlerce yıldır bu topraklardadır. Bunların bir kısmının geçmişi tarih öncesi dönemlere kadar uzanmakta olabilir. Neticede bu topraklarda yaşayan insanlarının bir kısmının geçmişi bu tarihöncesi yerleşkelerle ilişkili olmuş olabilir. Bu kişiler böyle bir bağlantıyı ciddiye almayabilirler ve bunda anormal bir yan yoktur. Çünkü bu topraklarda bugün yaşayan insanların büyük kısmı bugün geçerli olan kimliklerin parçasıdırlar; kendilerini bugün benimsedikleri kimliklerin dışında görmeleri zordur. Fakat bu çalışmanın ortaya attığı görüş, günümüz insanlarının bir kısmının “özlerine dönmeleri” gerektiği türünden bir yaklaşım değildir. Bu insanların özleri bugün benimsemiş oldukları kimliklerdir. Tarihöncesi yerleşkelerle ilişkileriyse, atalarının buralarda yaşamış olma ihtimaldir. Böyle bir bağlantıyı fark etmek veya böyle bir bağlantıyı kabul etmek, bir kimlik değiştirilmesini getirmek zorunda değildir. Böyle bir şey zaten olamaz. Her şeyden önce tarih öncesi kimliklerin içerikleri hakkında hiçbir fikrimiz yoktur. İkincisiyse, kimlik edinmek çok uzun ve çoğu kez farkında olunmayan bir sürecin sonunda gerçekleşir. Bir kimliği her yönüyle değiştirmek aslında hiçbir zaman mümkün değildir. Fakat var olan kimliğin veya kimliklerin farklı biçimlerde yeniden tanımlanması, dönüştürülmesi veya zenginleştirilmesi mümkün olabilir. Yeniden tanımlama hiçbir zaman sıfırdan tanımlama şeklinde düşünülmemelidir. Bu hiçbir zaman olamaz. Çünkü kimliği yeniden tanımlayacak olanlar belli bir kültürel kimliğe ait olduklarından, yapacakları değişimler bu kimliğin temsil ettiği kültürel birikim bağlamında gerçekleşecektir. Burada söz konusu olan, geçmişin yeniden işlenmesidir ve yeniden işlenen her geçmiş kimliksel dönüşümlere yol açar. Örneğin Osmanlı geçmişi günümüzde yeniden işlenmekte, yeniden anlamlandırmaktadır ve bu işlem sırasında kültürel kimlikte veya kimliklerde de çeşitli değişikler meydana gelmektedir.
Tarihöncesiyle ilişkili olarak ortaya çıkacak değişiklerde sonuçta bu türden olacaktır. Türkiye olarak adlandırdığımız ulus devletin bir tarihöncesi zaten vardır ama bu tarihöncesi hem gerçek anlamda bir tarihöncesi değildir (hâlâ bir tarihselcilik söz konusudur) hem de bu topraklara ait değildir. Her iki nokta da aslında bir birleşme değil, bir kopukluk yaratmaktadır. Çok uzak bir bölgeye dayanan ve hiç de net olmayan bir şekilde (neredeyse mitsel) ifade edilen bu tarihöncesi sonuçta büyük bir tarihsel-toplumsal kopukluğa yol açmaktadır. Aslında Türkiye ulus devletinin bugün var olduğu topraklarla bu düzeyde bir ilişki yaratılmaya çalışılmış (yukarıda gördüğümüz gibi) ama bu başarısızlığa uğramıştır. Hem Hititlerin hem de diğer kültürlerin Türk olmadıkları ortaya çıkmıştır. Bu da bu topraklardan uzaklaşılmasını getirmiştir. Fakat böyle bir sonucun olması gerekmemektedir.

Kurulmaya çalışılan bu ilişki bugüne kadar etnik düzeyde kurulmaya çalışılmıştır. Bu da ilişki kurulmaya çalışılan kültürlerin Türklüklerinin gösterilmesi şeklinde gelişmiştir. Oysa asıl yapılması gereken coğrafya temelli bir ilişki kurulmasıdır. İnsan her zaman belli bir coğrafyada ve hatta belli bir çevrede var olur. Bu çevrede çeşitli etnik gruplar söz konusu olabilir ama asıl üzerinde durulması gereken konu, bu etnik gruplara şekil veren bu çevrede var olan ağlardır. Kültürel ve medeniyetsel birikimler bu ağlar sayesinde bir nesilden diğerine, bir etnik gruptan öbürüne aktarılır. Bu birikimlerin kendilerini kültürel kimlikler şeklinde ifade etmeleri, bu birikimlerin tarihsel anlatılar biçiminde anlamlandırılmalarına bağlıdır. Bu anlamlandırmalar da tamamen bu çabaları gerçekleştiren toplulukların yaptıkları seçimlerle ilişkilidir. Burada üzerinde durulması gereken nokta, bugün var olan bireylerin kaçta kaçının genetik anlamda bu topraklarla bağlantılı oldukları değildir. Asıl üzerinde durulması gereken, bugün bu topraklarda yaşayan insanların kaçta kaçının bu toprakların geçmişinden gelen birikimler tarafından biçimlendirildikleridir. Bir kez bu türden bir biçimlendirilmenin az veya çok var olduğu kabul edilirse (haliyle bugünün insanı on bin yıl öncesinin neolitik dönemindeki insandan çok farklıdır), kurulacak olan bağ da neticede doğrudan bir bağ olmayacaktır. Geçmişten bugüne çok az şey gelmiş olabilir ve bu şu anda var olan tüm topluluklar için söz konusudur. Fakat böyle bir bağın, aradaki bağlantı çok zayıf da olsa kabul edilmesi, bugün var olan simgesel dünyanın zenginleşmesi ve bu dünyanın derinleşmesi anlamına gelecektir. Günümüz Türk/Türkiyeli toplumunun simgesel dünyası bugünkü haliyle bin yıllık bir geçmişe karşılık gelmektedir ve bu da yeterli değildir. Var olan simgesel dünyanın bu kadar kısa bir dönemi temsil etmesi, on birinci yüzyıldan önce bu topraklarda var olmuş ve bugün hâlâ varlıkları devam eden gruplarla (bunlar komşular da olabilir) bağlar oluşturulmasını bile güçleştirmektedir.

Buraya kadar daha çok bir toplumun geçmişle bağlantı kurması bağlamında konuştuk. Oysa bu tür tartışmalarda her zaman birden fazla seçenek bulunur. Birinci seçenek, bu geçmişle bağlantı kurmamın benim tarihimdeki yerinin ne olacağıdır. Buradaki “benim” kişinin kendisini ilişkilendirdiği toplumdur. İkinci seçenek toplumla ilgilenmeyip sadece bireysel bir ilişki kurmak biçiminde gelişebilir. Yani bu tür ve bu kadar uzak bir geçmişle ilişki kurmak birey olarak bana ne getirir? Üçüncü seçenekse her türlü ilişki kurma çabasını bir kenara bırakıp sadece bir belgesel seyretme tavrına girmektir. Burada birey kendisini çevreleyen tarihsel ve kimliksel söylem veya söylemlerle mutludur veya bu tür konularla ilgilenmektedir. Tarihöncesi veya herhangi bir tarih dönemiyle ilgisi herhangi bir belgesel karşısında duyduğu heyecandan ileri gitmemektedir. Bunların her biri eş düzeyde geçerli yaklaşımlardır. Birinin öbüründen üstün olduğunu gösterecek hiçbir şey yoktur. Binlerce yıl geriye giden dönemlerle ilişki kurmak her şeyden önce kolay değildir. İkincisi, bu işi sağlıklı yapmanın bir yolu yoktur. Çoğu zaman belgesel seyretme tavrına girmek çok daha yerindedir. Yani, örneğin Çatalhöyük gibi bir neolitik yerleşkeyi ziyaret etmek, insanların burada nasıl yaşamış olduklarını öğrenmek, bu yerle ilgili tartışmaları izlemek ve bunları yaparken hiçbir değer yargısında bulunmamak çok daha yerinde bir davranış olabilir. En azından böyle bir yaklaşım da mümkündür. Geçmişte olan hemen hemen her şey bugünün değer yarılarından veya meselelerinden yola çıkılarak yorumlanır ama bu işlemden çıkarılacak sonuç, her şeyin sahiplenilmesi gerektiği olmak zorunda değildir. Geçmişi kendimizi bulunduğumuz koşullardan kopararak incelemek olanaksızdır ama her incelenen dönem şimdinin kimlik tartışmalarına malzeme olmak zorunda değildir. Aslında geçmişle girilen ilişkiler çoğu zaman icat edilen söylemlere neden olmaktadır. Tarihöncesi bize insan doğasıyla veya insan ilişkileriyle ilgili çok derin bilgiler sunacak yapıda değildir. Bu dönemlerden bize ulaşan bilgi çok azdır ve çoğu kez bol yorumlu veya varsayımlı bir şekilde gelir. O zaman, tarihöncesi araştırmalarından sağlanacak hiçbir şey yok mudur? Vardır.

Tarihöncesi çalışmaları, her şeyden önce ve yukarıda da değinildiği gibi, simgesel malzeme sunarlar. Bu malzeme sahipsizdir; yani tüm insanların kullanımına açıktır. Arkeologlar veya diğer araştırmacılar her ne kadar bu tür yaklaşımları tasvip etmeseler de, herhangi bir tarihöncesi kazısının sunduğu malzeme anında sahiplenilir. Kimi zaman fazlasıyla taraflı, kimi zaman da nispeten tarafsız bir şekilde kullanılırlar. Bunun önüne geçmenin yolu yoktur. Örneğin, neolitiğin kadın figürleri süratle günümüz kadın gruplarının söylemlerinde kadın tanrıçalar, ana tanrıçalar veya bereket simgeleri olarak yerlerini almıştır. Tarihöncesi yerleşkelerinin bu şekilde kullanılması genelde tasvip edilmese de, bunun yanlış olduğunu gösteren bir şey de yoktur. Bir arkeolojik kazı her şeyden önce diğer insanlarla girilen bir ilişkidir. Bu ilişkinin insanlar arasında var olan ağlarda (özellikle bilgi ve prestij ağları) çeşitli sonuçları olması gayet normaldir. Tarihöncesi kazılardan gelen ikinci önemli yararsa (bu birinciyle de bağlantılıdır) tıpkı tarih çalışmaları gibi toplumsal bağları oluşturan veya bazı durumlarda sorgulayan çeşitli söylemlere yol açmalarıdır. Bu elbette tarihöncesine özgü bir faaliyet değildir. Tarih bu konuda çok daha faaldir ama tarihöncesinin farklılığı bu dönemin doğası itibarıyla sahipsiz olmasıdır. Hiçbir şekilde İngiliz, Türk veya Çinli oldukları iddia edilemeyecek bu kültürler rahatlıkla çeşitli büyük anlatılar ve aynı şekilde çeşitli büyük anlatı karşıtı yerel ve küçük anlatılar haline dönüştürülebilir. Örneğin, tarihöncesi kazılarından çıkan sonuçlar bir yandan medeniyeti gerekçelendirmek için kullanılabilirken, diğer yandan aynı medeniyetin getirdiği yıkım ve kayıpları göstermek için kullanılabilmektedirler. Tarihöncesinin ulusal kültürlerin gerekçelendirilmesinde veya kıdemli medeni kültürlere dönüştürülmelerindeki rolünden yukarıda bahsettik. Son olarak da, tarihöncesi çalışmaları bir yandan var olan ezberlerin bozulmasını sağlayabilirken, bir yandan da bireyi çok daha geniş ve hakiki bir tarihsellik deneyimine boyuta dahil edebilmektedirler. Bu noktada da tarihöncesi yerlerin hiçbir şey söylememelerinin önemli bir payı vardır. Birey, onu herhangi bir kategoriye koymayan, daha doğrusu koyamayan insan ürünü izlerle veya bir insan ürünü çevreyle baş başadır. Bu da neredeyse psikolojik düzeyde bir tarihsellik deneyimin yaşanmasını getirebilir.

Yorumlar