Tarih Nedir ve Ne Tür Tarihçilik - VII

Geçmişin Yaratılması Olarak Tarih

Geçmiş olarak adlandırdığımız kümenin birden fazla tarihi yazılabilir. Bunlar her zaman aynı geçmişin farklı kesitleri de değildir; tamamen farklı geçmişlere ait de olabilirler. Çünkü tarih yazımı aynı zamanda bir geçmiş yaratma sürecidir. Örneğin, çok basit bir proje olarak dünün (bir gün önceki günün) tarihini yazmaya kalkıştığımızda bile, ortaya birbirinden farklı bir yığın dün anlatısının çıktığını görürüz. Bu bir günü herkes kendi kaynaklarına ve bakış açısına göre aktaracaktır. Herkes aynı kaynaklardan yararlandığında da sonuç değişmeyecek, bu sefer de farklı yorumlar ortaya çıkacaktır. Bu farklılıkları yok etmenin tek yolu, tüm tarihçilerin aynı kaynakları aynı şekilde kullanmalarını ve aynı şekilde düşünmelerini sağlamaktır. Bu da elbette mümkün değildir. Şu ana kadar anlatılanları bir şema şeklinde gösterecek olursak, karşımıza şöyle bir şey çıkacaktır:


Bu şemada görüldüğü gibi, yaşanmış geçmişe ulaşmamız mümkün değildir. Aktarılan geçmiş anımsanan geçmiştir ve bu aslında bizim anladığımız anlamda bir geçmiş değildir. Bu bir depodur; geçmişten kalmış tüm izlerin bulunduğu bir depo. Geçmiş veya geçmişler bu izler anlatılara dönüştürüldükten sonra ortaya çıkar. Dolayısıyla tarihsel anlatı üretimi aynı zamanda bir geçmiş üretimidir ama buradan her bir tarihsel anlatının tek bir geçmişe karşılık geldiği sonucunu da çıkartmamalıyız. Burada anlatılmaya çalışılan tarihsel izlerin veya geçmişten gelen izlerin işlenmemiş halleriyle anlaşılır bir anlatıya yol açmadıklarıdır. Anlaşılır ve kullanılabilir geçmişler, bu izlerin belli kalıplar, eğilimler ve tanımlar doğrultusunda kaynaklara, geçmişten gelen yazılı/yazısız belgelere dönüştürülmesiyle ortaya çıkar. İzler, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, belli kalıplar, eğilimler ve tanımları, yani belli anlatısal özleri yaşama geçirecek şekilde hayata geçirilir. Her dönem ve her grup kendi anlatısal özlerini talep ve/veya inşa eder. Elbette burada tamamen tarihçiye bağlı bir seçim söz konusu değildir. Tarihçi de bir önceki dönemin bıraktığı tarihsel mirasın ve kendi yaşamının kültürel, toplumsal ve siyasal önceliklerinin ve öğretilerinin etkisi altındadır. Araştırmalarına hiçbir zaman tamamen boş veya tarafsız bir kafayla başlamaz ama bu kendisinden hiçbir şey katmadığı anlamına da gelmez. Tamamen yeni fikirler, yeni bakış açıları geliştirebilir ama ne kadar yeni olsalar da, bunlar da bir şekilde tarihçinin kendi döneminin genel eğilimlerini, kalıplarını, tanımlarını, değerlerini yansıtır. Yirmi yıllık nispeten kısa olarak tanımlanabilecek bir sürede bile iki tarihçinin aynı izlerden farklı sonuçlara ulaştıklarını görebiliriz. Hatta aynı tarihçi bile aynı izlerden farklı dönemlerde tamamen farklı fikirler geliştirebilir. Bununla beraber burada tamamen işlevsel bir ilişki de düşünmemek gerekiyor. Her dönemin kendine özgü kalıpları, eğilimleri, tanımları ve değerleri vardır. Bir tarihçinin bunlardan bağımsız hareket etmesi epey zordur, eğer olanaksız değilse. Bir modern dönem tarihçisi bir ortaçağ tarihçisinin kafasıyla yazamaz. Ama her şeyi dönemsel koşullara da indirgememek gerekiyor. Tarihçi kendi döneminin insanıdır ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, hiçbir dönemin hem tam olarak tanımlanamaması hem de insanlar üzerinde kesin bir hegemonya kuramamasıdır. Yukarıda yapılmış bağlam tartışmasından farklı bir durum değildir karşımıza çıkan. Benzer şekilde, hiçbir zaman tüm koşullar bilinemeyeceğinden (çünkü mesele toplumsal koşullar olduğunda, nasıl toplum bireyi etkiliyorsa birey de toplumu etkiler, kendisini yapan koşulları yapar), tarihçinin yaratıcılığında her zaman bir bilinmezlik, bir sürpriz faktörü mevcuttur. Ayrıca koşulların hegemonyası hiçbir zaman tam değildir, hegemonya karşıtı ideolojiler her zaman vardır. Dolayısıyla her zaman yeni doğan, ilk kez var olan, yeni bütünlere gebe koşullar vardır ve bu nedenle tarihçinin fikirleri hiçbir zaman sadece koşullara indirgenemez, en hegemonik koşullarda bile her zaman mevcut koşulların dışına çıkarak tamamen yeniye yol açan tarihçiler vardır.


Bir Kez Daha Anlatısal Özler: Tarihsel Anlatıların Ancak Kendi İçlerinde Doğru Olabilecekleri

Bu noktada yukarıda kısaca değinilmiş anlatısal özler konusuna geri gelmek yararlı olabilir. Bu sefer tarihsel olay ve tarihsel anlatı farklılığından daha farklı bir konuya değinmeye çalışacağız. Tarihsel anlatılar tarihçinin tercihlerine dayanarak seçtiği belli tarihsel olaylara atıfta bulunan cümlelerin veya önermelerin anlaşılır ve kullanılabilir şekilde bir araya getirilmesinden oluşur. Her anlatının vermeye çalıştığı bir fikir vardır. Tarih kuramı üzerine çalışmalarıyla bilinen Ankersmit bunu anlatısal öz olarak tanımlıyor. Anlatısal özlerin en önemli özelliği, onların doğruluklarını geçerli kılan tanımın veya kıstasların anlatı veya metnin kendisi tarafından yaratılmasıdır. Anlatısal özler metnin veya anlatının dışında bir şeye gönderme yapamazlar; tarihsel gerçeklikler veya olgular alanında karşılıkları veya yerleri yoktur. Örneğin Sanayi Devrimi veya Rönesans birer anlatısal özdür. Bunlar ancak içerdikleri veya seçtikleri önermeler (tarihçinin seçtiği izler veya olaylar) aracılığıyla, onların ortaya çıkardığı anlam dünyasında doğru olabilir, bir hakikate karşılık gelebilir. Anlatıların doğruluklarına katılmak veya karşı çıkmak ancak o anlatıyı ifade eden terimlere (Sanayi Devrimi, Rönesans, Aydınlanma vb) tarihçinin verdiği anlamların sınırları içinde ve bu anlamlar kabul edildiği sürece mümkündür. Terimin gerçekliğini anlatının veya metnin dışına çıkarak göstermek mümkün değildir. Tarihsel anlatı ancak o anlatıyı benimseyenler için ve onlardan ötürü bir doğruluğa ve/veya gerçekliğe sahip oluyorsa, o zaman hangi anlatının en doğru anlatı olduğunu belirlemenin de bir yolu yoktur. Bu yüzden de anlatısal düzeyde, anlatılar arasında bir doğruluk veya gerçeklik tartışmasına girmenin ne anlamı vardır, ne de bu tür tartışmalarda bir sonuca ulaşmak mümkündür. Ancak önermelerin kaynağı olan izler veya olaylar hakkında bir doğruluk veya gerçeklik tartışmasına girilebilir. Bu noktada, daha önceki Kurtuluş Savaşı örneğinde olduğu gibi, nasıl oluyor da bu tür terimlere gerçek olaylarmış gibi yaklaşılıyor sorusunu yöneltebiliriz. Birçok tarihçiye göre bunlar gerçekten olmuştur. Bunu bazı anlatısal özlerin ve bunları temsil eden terimlerin zaman içinde tarihçilerin büyük kısmı tarafından benimsenmesiyle açıklayabiliriz. Bu benimsenme onların gerçek olaylarmış gibi görülmesini ve sonunda birçok tarihsel anlatının onlar referans alınarak yazılmasını getirir. Diğer yandan bazı anlatısal özler de zaman içinde tamamen kaybolurlar. Örneğin Amerikan keşfi veya modernite çok daha farklı biçimlerde anlatılır olmuştur. Bununla beraber anlatısal özlerin bir rolleri olmadığını, tarihsel gerçeklere ek olarak ortaya çıktıklarını düşünmemeliyiz. Çünkü tarih alanında tarihsel referans her zaman anlatılar, yani anlatısal özler üzerindendir. Daha önce belirtildiği gibi, geçmişten gelen izlerin oluşturduğu kümenin, yani günlük kullanımdaki biçimiyle “geçmiş”in kendi içinde bir iç düzeni yoktur. Dağınıktır, düzensizdir, bulunduğu haliyle anlamlandırılması mümkün değildir. Geçmişimize anlam kazandıran veya ondan çeşitli anlamlar üreten tarihçilerin anlatılarıdır. Bu yüzden tarihsel referans, tarihsel gönderme her zaman anlatısal özler üzerinden ve onların oluşturduğu anlam dünyasının sınırlı içinde kalarak yapılabilir.

Yorumlar