Tarih Nedir ve Ne Tür Tarihçilik - V

Tarihsel Anlatının Yaratılması


Tarihçinin Müdahalesi

Anımsanan geçmişin tarih olmadığını biliyoruz, her ne kadar günlük konuşmalarımızda böyle bir hataya düşüyorsak da. Hiçbir tarih anımsanan geçmişin tamamını anlatmaz. Bu sadece ayrıntıların hepsinin bilinemiyor olmasıyla ilgili bir durum da değildir; bazı ayrıntılar gereksiz veya sıkıcı bulunur. Dolayısıyla anımsanan geçmiş de olduğu gibi aktarılmaz. Evet, bunu biliyoruz ama nedense buna rağmen tarihin geçmişi olduğu gibi yansıttığına inanmaya da devam ediyoruz ya da daha doğrusu bu önemli ayrıntıyı tartışmıyoruz, görmemeye çalışıyoruz. Eğer tarih anımsanan geçmişin tamamını temsil etmiyorsa veya anımsanan geçmişin içinden birden fazla tarih çıkabiliyorsa, çıkartılabiliyorsa, o zaman burada farklı türden bir aktarma ve tabii aynı zamanda da bir aktarmama süreci söz konusudur. Aktarıcı (bu durumda tarihçi) her şeyi aktarmıyorsa, sadece bazı şeyleri aktarmayı seçiyorsa, o zaman farklı nitelikte başka bir kayıp türü daha söz konusudur ve bu kayıp yapılan işin veya sürecin doğasından değil, işi yapanın yaptığı seçimlerinden, tercihlerinden ötürüdür.


Geçmişten Gelen İzlerin Bağlamı

Tarih üretimi ile anımsanan geçmiş arasındaki ilişki düşünüldüğünden daha karmaşıktır. Anımsanan geçmiş veya bu geçmişin içinden tarihçilerin seçtiği parçalar hiçbir zaman hemen net bilgi paketleri şekilde gelmez. Anımsanan geçmiş ilk kez karşılaşıldığında sorunsuz bir şekilde okunabilecek veya anlamlandırılabilecek bir şey değildir. Geçmişin izleri, ne anlama geldikleri ilk başta anlaşılmayan belgeler, resimler, kalıntılar şeklinde çıkar karşımıza. Gerekli eğitimi almamış biri bunları bir anlam çıkartamayabilir veya çıkartacağı anlam epey sorunlu ve son derece eksik olacaktır. Çoğu kez ilk olarak izlerin anlaşılabilir bir dile dönüştürülmesi gerekir ama tek başına bu da yetmez, bu izlerin bir zamanlar parçası oldukları bağlamın, yani koşulların da çözülmesi gerekecektir. Bu ikincisi, uzmanlık gerektirmenin ötesinde, kuramsal sorunları da beraberinde getiren epey zorlu bir sorundur. Çünkü koşulları bilmenin yolu, o dönemden izlerin bize ulaşmasını gerektirir ki, sorunumuz da zaten bu izlerin anlaşılır kılınmasıdır. Bağlamı anlamaya çalışmak, geçmişten gelen izleri anlayabilmek için başka izler aramak demektir ama yine aynı sorunla karşı karşıya kalırız. Bu izler de bağlamsızdır. Dolayısıyla daha fazla seçim veya varsayım yapmaya gerek duyabiliriz. Nitekim tarih çalışmalarında uzman olmayan bir okuyucunun göremeyeceği birçok varsayım yapılır. Geçmişten gelen izin kendisi henüz bir tarihsel anlatının parçası olmadan önce belli bir anlamlandırılma sürecinden geçer, bağlamlandırılır. Tarihçi bazı izleri seçer ve bunları anlaşılacak bir şekle, tarihçinin anlatısını, yorumunu veya analizini destekleyecek malzemeye dönüşür. Bu nedenle tarihçi aynı anda iki farklı faaliyet içindedir. Bir yandan elindeki izleri aşinalaştırır, bir yandan da bu aşinalaştırılmış, kullanılabilecek malzemeye dönüştürülmüş izlere dayanarak bir anlatı üretir.


Aynı Geçmişin Farklı İki Yüzü mü? Ya da iki farklı Geçmiş mi?

Bu tespit ilk anda tarihçinin izlerle oynadığı, belgeleri tahrif ettiği gibi bir sonuca yol açabilse de, yapılan bu değildir. Tarihçinin tespit ettiği veya seçtiği izler tek başlarına bir şey söylemez, ancak işlendikten sonra anlam kazanmaya başlarlar. Tarihçinin yaptığı da budur. Aynı izler farklı bir tarihçinin elinde farklı anlatıların parçası olabilir ya da aynı izden farklı kaynaklar yaratılabilir. Bu da farklı geçmişlerin ve tarihlerin olabileceği veya yaratılabileceği ihtimaline işaret etmektedir ki, nitekim aynı olaylar farklı tarihçiler tarafından çok farklı şekillerde anlatılabilmektedir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını getirmiş Kurtuluş Savaşı veya İstiklâl Harbi Yunanlılara göre bir felakettir. Yunanlılar bunu bir Kurtuluş Savaşı olarak anlatabilir mi? Onların dünyasında bu olay binlerce yıldır yaşadıkları topraklarının kaybıdır. Bu mücadelenin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmuş olduğunu kabul etseler bile, Türklerin kurtulduğu fikrini kabul etmekte zorlanacak ve belki de hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir. Aynı durum Türk tarafı için de geçerlidir. Onlar da bu sürecin Yunanlılar için bir felaket olduğunu anlamakta zorluk çekecektir. Aynı geçmiş birbirinden çok farklı ve hatta birbirine karşıt şekillerde algılanmaktadır. Kimisine göre söz konusu olan aynı madalyonun iki farklı yüzünün olmasıdır ama biraz daha dikkatli bakınca aslında tek bir geçmişten değil, iki farklı geçmişten bahsedildiği görülecektir. Çünkü her iki taraf da tek bir geçmişin farklı yüzlerinden bahsetmemektedir. Söz konusu olan bir madalyonsa bile, diğer yüzünü farkında değildirler. Kendi dünyalarına özgü ve genellikle sadece kendi dünyalarında geçerli tamamen farklı bir geçmiş yaratmıştırlar. Olaylar aynı olaylardır ama ortaya çıkan tarihler tamamen farklıdır. Burada meseleyi, olayları yaşayanların aynı geçmişin farklı yönlerini algılamış oldukları tespitine de indirgeyemeyiz. Çünkü bu olayları doğrudan yaşamış olanlarla ilgili bir durumdur. Tarihçilerin bu tür sorunları aşabilecek yöntemleri vardır ama yine de birçok tarihçi ya aşmamayı seçmektedir veya bu beceriyi gösterememektedir. İki farklı geçmişten mi, yoksa aynı geçmişin iki farklı yüzünden mi bahsedildiğini anlamak için konuya şu şekilde yaklaşabiliriz: Aynı geçmişin farklı iki yüzünden bahsediliyorsa, eninde sonunda tek geçmişe ulaşılmasını sağlayan izler ortaya çıkacak, karşı tarafın ötekileştirilmesi hiçbir zaman kesin ve tam olmayacaktır. Örneğin Türklerin gözünde Yunanlılar, Yunanlıların gözünde de Türkler mutlak veya kökensel düşmana indirgenmişlerse, Yunanlılıklarından ve Türklerinden tamamen soyutlanmışlarsa, burada kesin ve tam bir ötekileştirme sağlanmıştır. Bu terimler bir düşmana işaret etmekten başka hiçbir şey yapmamaktadır, bu halleriyle geçmişin diğer yüzünü yansıtmaları mümkün değildir. Örneğin 1923 yıllında her iki toplum arasında bir mübadele süreci yer almıştır. Son zamanlara kadar her iki ülkenin kendi mübadeleleri vardı. Mübadeleye uğramış Yunanlılardan mübadeleye uğramış Türklere geçmek, bu bağlantıyı kurmak, mevcut resmi tarihler bağlamında mümkün değildi. Burada iki farklı geçmişin olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Diğer yandan son yıllarda bu mübadele anlatıları birbirleriyle ilişkilendirilmeye, aynı geçmişin farklı iki yüzüne dönüştürülmeye başlamıştır. Çünkü öteki artık nesneleştirilmiş kesin ve tam bir düşman değil, insani yanları öne çıkartılan, kültürü ve tarihi olan bir öznedir. Dolayısıyla bir mübadele tarihinden diğerine geçmek artık mümkün olabilmektedir. Birini okuyan diğer öykünün sorulmasını gerektiren bir eksiklik hissetmektedir. İşte ancak böyle bir eksikliğin hissedildiği nokta da aynı geçmişin iki farklı yüzü tespitinde bulunmak mümkün olabilir. Aksi takdirde farklı iki geçmiş söz konusudur.

Yorumlar