Bilişsel Bir Etkinlik Olarak Din

Evrensel din tanımı yapılabileceği fikrinin arkasındaki varsayım, insanların bazı evrensel kaygıları paylaştığıdır ama bu tür kaygıların evrensel bir şekilde var olduğu henüz gösterilememiştir. Aksine, kaygıların hem tarihsel hem de kültürel koşullara göre değiştiği görülmüştür. Bazı evrensel kaygıların mevcut olduğu gösterilecek olsa bile, ikinci bir sorun, din denen şeyin her zaman insanların evrensel kaygılarını yansıttığının gösterilmesi gerekliliğidir. Günümüzde dinlerin böyle bir işlevinin olması, geçmişte de olduğunu göstermez. Üstelik geçmişteki dinlerin bu kadar karmaşık olduğunu gösteren bir şey olmadığı gibi, geçmiş din anlayışlarının bugünkülerden farklı olmuş olabileceği ihtimalini de dikkate almamız gerekmektedir. Örneğin, insanların bir araya geldiği en ufak ve en basit örgütlenme şekli olan öbeklerde, doğaüstü inançların kurumsal dinlere dönüşmediği iddia edilmektedir. [1] Dolayısıyla, din kavramı yerine daha geniş kapsamlı doğaüstü-inanç kavramını kullanmak ve dini, bu kavramın belli tarihsel ve kültürel koşullarda ortaya çıkardığı bir görüngü olarak görmek gerekmektedir. Üstelik biraz daha ileri giderek dinlerin farklı anlayışlara dayanabileceğini, dünyanın farklı yerlerinde veya farklı toplumsal örgütlenme biçimlerinde farklı din anlayışlarının belirebileceğini de düşünmeliyiz. [2] Bir şeye inanma bazı dinlerde önemli bir yer tutarken, bazı dinlerde de hiç bilinmeyen bir anlayış olabilir. Örneğin, Semitik dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam) bir şeye inanmak üzerine kurulmuştur: Tek ve her şeyden üstün bir Tanrı’ya inanılır ve bu sürekli hatırlatılır. Ölmüş ataların var olmaya devam ettiğine ve bunların her şeyi bildiğine inanılan Madagaskar’ın Malagasi topluluğundaysa, atalara inanmak veya bunu sürekli tekrarlamak anlamsız bir faaliyettir. Semitik dinlerde insanların Tanrı için ne yapabileceği, Tanrı’nın buyruklarını nasıl yerine getireceği vurgulanırken, ata inancında vurgulanansa, ataların insanlar için ne yapabileceği, onlara nasıl yardımcı olabileceğidir. Ataların var olmaya devam ettiğine inanılsa da, bu, onlara inanma ve tapınma yükümlülüğünü getirmez. Atalar, sorunlar belirdiğinde yardım istenen unsurlardır. [3] Aynı şekilde, tektanrıcılık, çoktanrıcılık, büyücülük, tekrar dirilme gibi diğer dinsel faaliyetler de farklı dinsel anlayışlara dayanabilir. Yani dinler, tek bir şekilde tanımlanmalarını sadece yansıttıkları toplumsal kaygı ve ilişkiler açısından değil, dini anlayışlar açısından da olanaksız kılan bir çeşitlilik gösterebilir. Bundan ne anlam çıkartmamız gerekmektedir? Dini tanımlamak mümkün değil midir? Her din için ayrı bir tanım mı yapmalıyız?

Her şeye rağmen tüm dinlerin paylaştığı bir özellik bulunmaktadır: Hepsi bir şeyleri ifade etmek zorundadır. Tanımlar farklı olabilir, hem çağlara hem de kültürlere göre değişebilir; ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her din insanlara kavrayabilecekleri bir şeyler ifade etmek zorundadır. Yani çevremizdeki bazı unsurlar belli bir şekilde kavranmalı ve tasarlanmalıdır ki, din dediğimiz şey ortaya çıksın veya buna neden olacak tavırlar belirsin. Birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da, tüm kültürlerde din veya doğaüstü inanç olarak tanımladığımız bir kategoriye dahil edebileceğimiz pratiklere rastlamamız, insan beyninin bu konuda veya bu yönde üretimde bulunmaya eğilimli olduğunu göstermektedir. Demek ki tüm dinlerde veya doğaüstü inançlarda ortak olan nokta, bu tür bir alanı yaratmaya eğilimli insandır, insan beyninin belli bir şekilde çalışma kapasitesidir. Bu durumda, tüm kültürler ve zamanlar için geçerli bir din tanımı yerine, tüm insanlarda görülen evrensel bir etkinlikten, bir eğilimden bahsetmek daha uygun gözükmektedir. Ne söylenebilir bu etkinlik hakkında? İletişimle ve bilgi edinmeyle ilgili olduğunu düşünebilir miyiz?

İnsan türü hakkında söyleyebileceğimiz iki gerçekten bahsedebiliriz. İnsan, diğer tüm hayvanlardan çok daha fazla çevresiyle bilgi alışverişinde bulunmak zorundadır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi, çevresinden gelecek bilgiye bağlıdır. Bu alanda en başarılı canlı türüdür. Üstelik yeterli bilgiye sahip olamadığında rahatsızlık duyan tek canlı türü olduğunu bile söyleyebiliriz. İnsanın çevresiyle iletişime geçme zorunluluğu, varlığının buna bağlı olması, insan türüyle ilgili ilk gerçektir. İkinci gerçekse, insanın toplumsal bir varlık olduğu, türünün diğer üyeleriyle gruplar halinde yaşadığıdır. [4] İletişimin kendisini de iki farklı kategoriye ayırabiliriz: Doğayla iletişim ve toplumsal iletişim. Ayrıca, genel olarak iletişim ve özel olarak da insanın girdiği iletişim konusunda şu gerçeği ifade edebiliriz: İletişim hiçbir zaman mükemmel değildir. Yani (1) her şeyi bilmemiz olanaksızdır; (2) sahip olduğumuz bilginin tam ve doğru olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; (3) hiçbir bilgi eşit şekilde paylaşılmaz, bazıları daha fazla bilirken, bazıları da daha az bilir; (4) zamanımızın hepsini iletişime, çevremiz hakkında bilgi edinmeye ayıramayız. İletişimin bu özelliklerine rağmen, zamanımızın ayırabildiğimiz kadar büyük bir kısmını çevremizde olup bitenleri anlamaya, çevremizdeki insanların yaptıklarını izlemeye ayırırız. İletişim faaliyetlerine ayrılacak süre beynin kapasitesiyle bağlantılıdır ama diğer yaşamsal faaliyetleri engellemeyecek düzeyde olmak zorundadır. Bu sürenin değişmesi, iletişim yöntemlerinde veya teknolojisinde bir ilerleme sağlanmadıkça mümkün değildir. İnsan dışındaki primatlar (insanımsılar) için %20 olduğu görülen toplumsal iletişim süresi, daha gelişkin beyne sahip insan türünde daha fazladır. [5] Bunun ana nedeni, insanların dil denen bir araca [6] ve çok daha ileri düzeyde metatemsil (temsillerin temsili; temsil etmenin temsil edilmesi) yetisine sahip olmasıdır. [7]

İnsan ve iletişim üzerine konuşurken, kendimizi sadece bireyin yaptığı iletişimle sınırlamamalıyız. Aslında bireyi böyle bir tartışmaya dahil bile etmemeliyiz. Birey kavramı biz insanların üretmiş olduğu bir kurgudur. İnsanın bireysel bir yaşam sürmesi, bireysel halde var olması söz konusu değildir. İnsan toplumsal bir varlıktır; her insan bireyi toplumsal ilişkiler içinde var olur, kendisini bu şekilde ifade eder. Dolayısıyla insanın iletişimi her zaman toplumsaldır. İnsanın iletişimde bulunma ve gruplar şeklinde var olma zorunlulukları birbirinden ayrı düşünülmemelidir. İnsan ağırlıklı olarak bilişsel kaynaklarına (zihinsel işlevlerine) dayanan bir varlıktır. Toplumsal iletişim (toplumun ve iletişimin zorunlu olmaları) diğer bireylerin bilgi ve deneyimlerine ulaşılmasını sağlar ama aynı zamanda yanlış bilgiyi ve aldatılmayı da getirir. Bu yüzden toplumsal iletişimin, güveni teşvik eden ve aldatmayı cezalandıran tavır ve mekanizmalarla birleştirilmesi gerekir.[8] Bunu sağlayan avantajlar toplumun kalıcılığını artırır. Yani bu tür tavır ve mekanizmaların seçilmesi, toplumsallığın, kolektif yaşamın avantajınadır, onu özendirir.

İnsanın toplumsallığını (bireysel bir varlık olmadığını) göz önüne aldığımızda, karşımıza ilk çevre olarak toplum, topluluk çıkmaktadır. Tüm primat türleri gibi insan da üyesi olduğu toplulukta kimin dost kimin düşman olduğunu ayırt etmek, ilişkiler oluşturmak ve ortaya çıkan toplumsal bağları korumak, sürekli desteklemek zorundadır. Bunu sağlamanın yolu da diğer üyelerle iletişime geçmek, yakın temasta bulunmaktır. Bu, insan dışındaki primatlarda toplumsal süslenme/temizlenme ve sınırlı sessel iletişimle sağlanır. İnsanda çok daha farklı ve ileri düzeyde yöntemler gelişmiştir. Fakat tüm bu yöntemlerde kaçınılmaz olan sorun aynıdır: Mükemmel bilgiye ulaşmak olanaksız olduğundan, bilgi açığı nasıl kapatılacaktır. Bu noktada sadece toplumsal birey düzeyinde değil, gruplar düzeyinde de düşünmeliyiz. Aynı sorun gruplar arası ilişkiler için de geçerlidir. Birey gibi grup da eksik bilgi ve dolayısıyla eksik kontrol ortamında var olmak zorundadır. Grup içinde dostu düşmandan ayırmaya çalışmak için gerçekleştirilen toplumsal iletişim, yapılan faaliyetin doğası gereği bir kontrol faaliyetidir; toplumsal birey çevresini kontrol altında tutmaya ve buna bağlı olarak da çeşitli eylemler gerçekleştirmeye çalışır ve her şey mükemmel bilginin var olmadığı koşullarda gerçekleşir. Burada hareketlerini kendi belirleyen, belli eylemleri isteyen, seçen, yapan bir fail söz konusudur; “insan prototipik bir faildir.” [9] Çevresinde gelişen olayların faillerini çoğu zaman yetersiz bilgiye dayanarak saptamak, insan zihninin en önemli özelliğidir. Bilgi açığı karşısında ortaya çıkan çözüm, yetersiz bilgiye rağmen hemen eyleme geçmek, her olayın arkasında bir fail varsayma biçiminde gelişmiştir. Her ne kadar arkasında bir fail bulunmayan olay veya eylem sayısı küçümsenmeyecek kadar çoksa da, bu tür bir mekanizma insanı kendisi için tehlikeli olabilecek faillerden korur. Yani insan sadece belli eylemleri isteyen bir fail değildir; aynı zamanda aşırı hassas bir fail saptama mekanizmasına da sahiptir. [10] İnsanın bilişsel sistemi olayların arkasında fail aramasını gerektirecek şekilde gelişmiştir.

İnsan için faillerin saptanması önemlidir. Faillerin saptanması için bilgi gerekir. Mükemmel bilgiyse mümkün değildir. Bu nedenle insanda, her olayın arkasında bir fail varmış gibi hemen harekete geçme özelliği gelişmiştir. Böylece eksik bilginin neden olabileceği tehlikeli durumlardan korunmuş oluruz. Fakat bu, eksik bilgi sorununun ortadan kalkmış olduğunu göstermez. Her yerde fail görmek korunma sağlar ama faillerin bilgisine vararak strateji geliştirmeyi sağlamaz. Her şeyi bilmek mümkün olmasa da, kilit konularla ilgili stratejik bilgiye ulaşmak gerekmektedir. Her şeyde olmasa da, en azından önemli konularda mükemmel bilgiye sahip failin veya faillerin tespit edilmesi veya yaratılması gerekmektedir. Burada yaratma eyleminden, insanın (bu, toplum da olabilir) bilinçli bir şekilde fail veya failler uydurmasını anlamamalıyız. Söz konusu olan bilinçli bir eylem değildir; bir şeyin, doğruluğuna inanılmasından ötürü üretilmesidir. Bu faillerin bir kısmı gerçekten ilişkilendirildikleri olaylara karşılık gelirken, bir kısmının da ilgisi yoktur; ama bu, failleri tespit eden bireylerin farkında olmadığı bir durumdur. Bu faillerin bir kısmı insanın sezgisel beklentilerinin dışına çıkar, sezgilerine dayanan bilişimsel ilkeleri çiğner. Yapılan araştırmalar, burada kategorik bir hatanın söz konusu olmadığını, çocukluğumuza ait bazı yanlış bilgilerin daha sonraki yaşantımıza aktarılmadığını göstermiştir. İnsanların dış dünyayla ilgili, neyin ne olduğuna dair sağlam sezgisel beklentileri, bilişsel kavram ve ilkeleri vardır. [11] Örneğin, neyin canlı neyin cansız olduğunu, duvarlardan katı nesnelerin geçemeyeceğini, yukarı atılan bir şeyin aşağı düşeceği, fiziksel etkide bulunmak için fiziksel temas gerektiği gibi sezgileriyle edindiği kategori ve kuramları vardır. İnsanlar sezgisel beklentiler çiğnendiğinde bunu farkına varırlar ama bu, sezgisel beklentilerinin çiğnenemeyeceğine inandıkları anlamına gelmez; bazı sezgisel ilkelerin çiğnendiği bir dünya hayal etme kapasitesine sahiptirler. Burada söylenmek istenen, her insanın, sezgisel dünyanın sınırlarının hangi noktada aşıldığını bildiğidir. Örneğin, kanatlı meleklerden bahsedildiğinde, bunun sezgilerimizin bize öğrettiğinin tersi bir durum olduğunu, bizim yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin olmayacağını biliriz. Fakat bu bizi melekler hakkında konuşmaktan, meleklerin bulunduğu bir başka boyut hayal etmekten, böyle bir şeyin olabileceğine inanmaktan alıkoymaz. Tam bu noktada, yani sezgisel dünyadan gayri sezgisel dünyaya geçildiğinde, böyle bir dünya düşünüldüğünde, şeylerin bilinmesinden şeylere inanmaya geçilir. Çünkü sezgiselin dışına çıkıldığında, yani insanın sezgileriyle edindiği ilkelerle açıkladığı dünya terk edildiğinde, şeylerin bilinebildiği ve bilme sürecinin geçerli olduğu boyut da terk edilmiş olur. Burada söylenmek istenen, insanın böyle bir eğilimi olduğu ve bunun, özelikle fail oluşturma sürecinde karmaşık nesne veya süreçlerle karşılaşıldığında ortaya çıktığıdır. Bu bağlamda eklenmesi gereken bir başka ayrıntı da, fail oluşturma sürecinde sezgisel ilkelerin dışına çıkıldığında, faillerin canlandırıldığı, bunlara insan biçimi verildiğidir. [12] Özellikle dinlerin ve doğaüstü inançların bu tür faillerden oluştuğu görülmüştür. Bu varlıklarla, bunlar bizim dünyamıza ait olmasalar da, konuşuruz, tartışırız, ya da onlar bizimle bizim alıştığımız şekilde ilişkiye geçerler. Bu ilk bakışta bize normal gelebilir ama burada ilginç olan, bu varlıkların bize şaşırtıcı gelebilecek tek bir eylemi bile olmamasıdır. Tüm eylemleri bizim eylemlerimize benzer. Gerçekleştirdikleri mucizeler bile söz konusu dönemdeki insanların hayal edebileceği mucizelerle sınırlı kalır. İnsanın kendisinden farklı bir fail düşünmesi, kendisininkinden farklı bir iletişim şekli tasarlaması olanaksız gözükmektedir. Fakat tamamen farklı, hiç aşina olmadığımız bir fail düşünülse, böyle bir Tanrı veya doğaüstü güç ne kadar inandırıcı görülecek, ne kadar kalıcı olabilecektir? Araştırmalar, insanların dinleri ve doğaüstü inançları sezgisel beklentilerin çiğnendiği faillerle bağdaştırdığını göstermiştir. Bu tür faillerden oluşan doğaüstü inançların daha ilginç bulunduğu, daha iyi hatırlandığı ve çok daha kalıcı olduğu saptanmıştır. [13] Fakat bu failler hiçbir zaman tüm sezgisel beklentilerin çiğnenmesi üzerine kurulmamıştır. Bu gibi durumda hem inandırıcılıklarını yitirebilmekte hem de gerçek yaşamla bütünleştirilmeleri zorlaşmaktadır. Genellikle bir sezgisel beklenti çiğnenirken diğer beklentiler olduğu gibi kalmaktadır. Örneğin bir doğaüstü gücün uçma özelliği varsa, muhtemelen diğer özellikleri canlıların, özellikle de insanların özelliklerine benzer olmaktadır. Aksi takdirde yapması gereken etkiyi yapamamaktadır. Sezgisel beklentilerin büyük kısmının çiğnenmesi doğaüstü güçlere veya inançlara değil, masal kahramanlarına veya günümüzün bilim kurgu filmlerine özgüdür. Bununla beraber bu ölçütün tarihsel döneme göre değişebileceğini, insanların bundan beş bin yıl önce çok daha fazla sezgisel beklentinin çiğnenmesini kaldırabilmiş oldukları ihtimalini de dikkate almalıyız. Sonuç olarak, bu konuyla ilgili söylenebilecek en kesin şey, doğaüstü güçlere dayanan dini inançların oluşturulması ile sezgisel beklentileri çiğneyen faillerin yaratılması arasında ilişki olduğudur.

İnsanın cansız nesneleri canlı faillere dönüştürme eğilimi günlük yaşantımızda da sık görülür. Fakat her canlı fail oluşturma çabası dinsel faile dönüşmez. Sezgisel beklentilerimizi çiğneyen bir yığın kurgusal fail vardır. Bunlar ile dinsel failler arasındaki ayrım farkındayızdır. Bunu sağlayan nedir? Bu noktada insanın toplumsallığının devreye girdiğini görmekteyiz. Bazı gayri sezgisel failler mükemmel iletişim ve dolayısıyla mükemmel kontrol sorununu çözer (Burada mükemmel iletişim sorunun çözülmesinden kastedilen, böyle bir çözümün gerçekleştirildiği hissinin, inancının yaratılmasıdır; yoksa bu sorunun gerçek anlamda çözümü olanaksızdır). Bunun önemli bir yan etkisi de toplumsal bağların güçlenmesidir. Fakat burada dikkat etmemiz gereken iki önemli nokta vardır. Gayri sezgisel faillere dayanan mükemmel iletişim çözümleri, her şeyden önce hemen o anda bir dini inancı temsil etmek zorunda değildir. Münferit olaylara getirilen çözümler söz konusu olabilir. Bu münferit çözümler açısından doğaüstü bir güce veya faile inanma durumundan bahsedilebilir ama bu, bir dinden bahsediliyor demek değildir. Uzun bir süre bu münferit dini failler bir dine dönüşmeyebilir. Yani mükemmel iletişim sağlayan münferit dini faillerin toplamından oluşan bir birliğe, daha üstün bir dini faile, yani Tanrı’ya geçilmemiş olabilir. İkinci noktaysa, bu gayri sezgisel dini faillerin ilk başta toplumsal bireyleri etkilemek için ortaya çıktığı veya geliştirildiğidir. Toplumun veya toplumsal bağların güçlendirilmesi birincil hedef olmadığı gibi, çoğu zaman bir hedef bile olmayabilir. En azından güçlü argümanlar görmedikçe böyle bir sonuca atlamamız gerekir. Fakat bu tip faillerin ortaya çıkması veya yaratılmasının önemli bir yan etkisi, şüphesiz toplumsal bağların güçlendirilmesidir. Uzun vadede, toplumsal iletişimde potansiyel biçimde var olan güvensizlik ve aldatma sorunu çözülür, mükemmel iletişimin sınırları genişler; ama daha da önemlisi, toplumun tehlikeli durumlarda reflekssel çözümler üretmesini, gerçekleri bildiğinde dağılacağı koşullarda bir şeylerin olacağına inanmasından ötürü kenetlenmeye devam etmesini sağlar. Bu tip topumlar kalıcı oldukça veya ortalıkta daha fazla göründükçe, bu tavırlara neden olmuş mükemmel iletişim failleri de varlıklarını sürdürmeye devam eder, biraz daha güçlenirler. Mükemmel iletişim sorununun her zaman bir ahlak sorunu olduğu da unutulmamalıdır. Mükemmel iletişimin sağlanması ahlaklı davranma, dürüstlükle veya sözünü tutma benzeri bazı değerlerle bağlantılıdır. Mükemmel iletişimin sağlandığı durumlar ve topluluklar, aynı zamanda belli ilkeler ve değerler adına taahhütlerde bulunmuş bireylerin bulunduğu yerlerdir. Mükemmel iletişime dair taahhüdün sınırlarının genişlemesi toplumsal bağları doğrudan etkileyen bir gelişmedir. Dolayısıyla, gayri sezgisel mükemmel iletişim faillerinin yaratılması bir şekilde toplumsal bağları güçlendiren etkilere neden olur. Bu bağların güçlenmesi de, bu faillerin devam etmesini getirir.

Burada sunulan tartışma, dinin evrensel bir tanımını verme amacı gütmemektedir. Din tanımları tarihsel ve kültürel koşullara bağlı olarak değişecektir; evrensel bir tanım sunmak olanaksızdır. Fakat tüm insanlarda görülen bilişsel özelliklerden bahsetmek mümkündür. Doğaüstü inançlar ve dinler bu bilişsel özelliklerin doğal sonucudur. Buna rağmen, dinlerin ortaya çıkması için toplumsal örgütlenme şekillerinde değişiklikler gerçekleşmesi, hiyerarşik yapıların ortaya çıkmasıyla ilişkilidir. Bilişsel özelliklere ilgili bu tartışma, dinlerin neden ortaya çıktığını açıklayabilir, bunu anlamamıza yardımcı olabilir ama insanların dini nasıl tanımladığını açıklamaz. Üstelik insanın bilişsel özelliklerinin dinlerin ortaya çıkmasını sağlamış olması, bunun her zaman olacağı anlamına da gelmez. Aynı bilişsel özellikler farklı koşullarda farklı sonuçlara ulaşabilir; yüzlerce yıl sonra ne gibi etkilere neden olacakları konusunda hiçbir şey söyleyemeyiz. Çevremiz hakkında her geçen gün biraz daha fazla bilgileniyoruz ama insan sayısı da aynı hızla artıyor. Günümüzde farklı sorunlar ve farklı alanlar için mükemmel iletişim failleri aranıyor. Örneğin, ulus devletlerle veya etnik topluluklarla ilgili meseleler. Aynı bilişsel özellikler farklı ürünler yaratmaya başlayabilir.

[1] Pyysiainen, 118–119.
[2] Crapo, 328–331.
[3] Age., 136-138.
[4] Boyer, 212
[5] Aiello, 276.
[6] Aiello ve Dunbar, 190.
[7] Sperber,
[8] Age.
[9] Pyysainen, 121.
[10] Boyer, 74–75.
[11]Boyer, 83–86.
[12] Age; Guthrie, 47.
[13] Pyysiainen, 113-114.

Yorumlar