Türk Bodunundan Türk Etnisitesine

Günümüz Türk Kavramının Köktürk Dünyasının Türk Kavramıyla İlişkisi

Kaldığım yerden devam edecek olursam, dediğim gibi ben modern Türk etnik kimliğinin kökeninin yine modern çağdaki grup değişim süreçlerinde aranması gerektiğini düşünüyorum. Grup değişim süreçlerinden kastım, grupların evrimi (yani birleşerek daha büyük gruplar yaratmaları veya bölünerek daha küçük gruplara dönüşmeleri) ve yaşadıkları bu evrimi anlamlandırmak ve gerekçelendirmek için ürettikleri kimlikler ve anlatılar. Ama etnisite fenomeninin ve etnik kimlik modelinin ilk defa modern çağda ortaya çıktığını iddia etmiyorum. Böyle bir model çok erken dönemlerden, örneğin Demir Çağından itibaren, görülmeye başlıyor. Bununla beraber modelin kendisinin de önemli değişiklikler geçirmiş olabileceği ihtimalini, Demir Çağında ve Antik Çağda kullanılmış etnik kimlik modelinin bugün kullandığımız etnik kimlik modelinden epey farklı olabileceği ihtimalini de dikkate almak gerekiyor. Modern etnik kimlik modeli kan bağı şemasına dayanıyor. Bu şemaya göre, daha doğrusu bu kültürel şemayı benimsemiş insanlara göre, insanlık ortak soydan gelen çeşitli gruplardan oluşuyor. Aynı soydan gelmek, soyun diğer üyeleriyle (bu durumda etnik olarak tanımladığımız büyük grup) doğuştan gelen ortak özellikler paylaşmak oluyor. Kısa ve genel bir tanım düşündüğümüzde, etnik kimlik veya etnisite modeli böyle bir şemaya dayanır. Her ne kadar farklı modellerin olduğu ileri sürülebilecekse de, sonuçta tüm modeller aynı şemaya dayanmaktadır. Bu şemayı benimsemiş insanların en azından bir kısmına göre, etnik kimliklerin kökenleri teorik olarak o topluluğu ortaya çıkarmış bir ilk ataya gider. Dolayısıyla bu kültürel şemayı benimsemiş veya ona göre hareket insanlara göre, bugün mevcut tüm toplulukların kökenleri binlerce, bazı durumlarda da on binlerce yıl öncesine gittiği varsayılan ortak atalara veya ortak ilk gruplara gider. Ayrıca bu kökenler birbirlerinden ayrı kökenlerdir. Kökenler sonunda tek bir kökene gitmez; insanlığın kökeni birbiriyle buluşmayan yüzlerce ve hatta binlerce faklı kökenin bir arada var oluşuyla açıklanır. Tek bir kan bağı değil, farklı kan bağları vardır. Her bir etnik grup sanki farklı bir ırk olarak düşünülmüştür. Modern Türk etnik kimliği de bu tür bir kimliktir. İçerik olarak, yani kabul edilmiş kurgu açısından bakarsak, Türk etnik kimliğinin kökeni bir zamanlar Asya bozkırlarında var olmuş bir topluluğa gider. Burada iki soru sormamız gerekiyor. Birincisi bu kurgu ne kadar doğrudur? İnsanlar inanıyorsa, doğrudur diyebiliriz. Bazı gerçekler (özellikle toplumsal süreçlerle ilgili olanlar) gerçekler gerçek oldukları düşünüldüğü için gerçektir. Daha sonra insanların içinde yaşadıkları grup süreçlerinden ötürü bu tür “gerçekler” veya kurgular yaratmaları gerekmektedir ki, arzuladıkları kolektif bellekleri ve grupları yaratabilsinler. Ama insanların inandıkları kurguların geçmişten kalan izlerle ne kadar desteklendikleri sorusunu sorabiliriz. İkinci olarak da, bugün kullanılan etnik kimlik modelinin ardındaki şemanın nereden geldiğini, hangi kültürel sürecin ürünü olduğunu sorabiliriz. Meseleye sadece Türk sözcüğünün kökeni açısından bakarsak, bu sözcüğün, elimizdeki verilere göre, Köktürk döneminden itibaren kullanılmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu, ne sürekli tek bir grup tarafından kullanıldığı ne de gruptan gruba bir aktarımın olduğu anlamına gelir. Üstelik bu süreç içinde bir de bu sözcüğü bir kimlik olarak benimsememiş ama bir ötekileştirme aracı olarak kullanmış topluluklarda ne tür evrelerden geçmiş olduğuna bakmak da gerekmektedir. Acaba bu sözcüğün varlığı etnik kimlik modelinin de en azından bu bahsettiğimiz dönemden itibaren var olduğunu göstermekte midir? Bu dönemde çeşitli Türk dilleri konuşan insanların olduğunu biliyoruz ama bu insanların hepsi kendilerine Türk demiş midir? Bir kısmının dediğini biliyoruz. Örneğin bizim bugün Göktürkler olarak adlandırdığımız grup. Diğerleriyse başka adlar kullanmış. Örneğin Tokuz Oğuzlar, Üç Oğuzlar, Basmıllar, Karluklar, Uygurlar. Bir de bu sözcüğü, biraz önce belirttiğimiz gibi, en iyi ihtimalle bir kategori, en kötü ihtimalle bir ötekileştirme aracı olarak kullanmış Çinliler, Araplar ve Romalılar gibi gruplar var. … Her insan grubu kendisi için bir türeme modeli benimser. Nereden, nasıl geldiğini açıklayan bu model sayesinde çeşitli kimlikler, alt kimlikler, adlandırmalar, tanımlar üretir. Kimlikler veya adlandırmalar her zaman birden fazladır. Yapısal anlamda en basit insan topluluklarında bile birden fazladır ama karmaşık topluluklarda bunların sayısı çok fazladır. Örneğin bugün Anadolu’da yaşayan ve kendisine Türk diyenler, bir etnik grup adı dışında bir yere gönderme yapan çeşitli adlar ve kimlikler de kullanmaktadır. Bu coğrafyada yaşayan bir insan bir Türk’tür ve ardında da örneğin İzmirli veya Erzurumlu, Egeli veya Karadenizlidir. Aynı durum aynı topraklarda yaşayan diğer etnik grupların üyeleri için de geçerlidir ama yersel kimliklerde, örneğin İzmirlilikte farklı etnik grupların üyeleri aynı kimliğin içinde buluşabilirler. Daha aşağılara inildiğindeyse, karşımıza büyük aile (sülale) ve çekirdek aile kimlikleri çıkar. Örneğin Hasangiller veya Tüfekçiler gibi. Etnik ve aile kimlikleri bir coğrafi yere gönderme yapmaz; tamamen “kansal”dırlar. Ama bu kimliklerin hepsinde ortak olan nokta, hiçbirinde ortaklığı yaratan unsura farklı uzaklıkta olmanın önemli olmamasıdır. Burada sayılmış tüm kimlikler veya adlandırmalar doğuştan kazanılan bir duruma işaret eder. İzmirliler İzmirlidir, çünkü orada doğmuşlardır. Doğmamış olanların aynı kimliğe veya gruba kabulü ancak orada doğmuşluğun artık bir ayrıcalığının kalmamış olduğu durumlarda veya orada doğmuşların bu üyeyi kabul etmeleriyle, kendinden görmeleriyle mümkün olabilir. Fakat bu doğum yaklaşımı farklı zamanlarda doğmuş olmayı farklı kökensel uzaklıklara dönüştürmez. Tüm İzmirliler İzmirliliğe aynı uzaklıktadır. Bir kuşak öncenin İzmirlileri, bir sonrakinden daha İzmirli değildir. Aynı durum etnik ve aile kimliklerinde de geçerlidir. Bir ailede kardeşler veya kardeşlerle ebeveynler arasında, farklı zamanlarda doğmuş olmalarından ötürü ortak kökene farklı uzaklıklar söz konusu değildir. Hepsinin kimlikleri aynıdır. Tüm bu kimlik modelleri aynılığı dayatan, ayrımcılığı, söz konusu grup içinde ortadan kaldıran bir şamaya dayanır. Bu açıdan bakıldığında hepsi aynı kültürel şemanın ürünüdür: kimlik eşittir aynılık. Gelelim Asya’nın pastoral topluluklarına. Elimizdeki verilerin sınırlı olmasından ötürü, bu konuyla ilgili her şeyi bilmiyoruz. Üstelik bu yüzden bazı durumlarda farklı iki şey aynı da gözükebiliyor. Ama farklı bir kimlik şemasının faaliyette olmuş olduğunu gösteren çeşitli işaretler var bu şemayı sadece Türk değil, Moğol ve hatta İran pastoral topluluklarının da kullanmış olduğu gözüküyor. (Bu yazıda Türk, Moğol ve İran terimlerinden kastedilen, bu dilleri konuşmuş gruplar) Her şeyden önce iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor: Soy modelleri ve siyasi modeller. Bu ikisi farklı kimliklere yol açıyor. Birinde geçerli olabilecek akıl yürütme, diğerinde aynı sonuçları vermeyebilir. Ayrıca birinin diğerini belirlediği, örneğin soy kimlik modellerinin siyasi kimlik modellerine yol açtığı saptamalarından da kaçınmak gerekiyor. Soy modelleri diğer modellerin nasıl şekil alacaklarını, ne yönde gelişeceklerini etkiliyor olabilir ama bunu bir neden sonuç ilişkisi şeklinde düşünmek yanlış sonuçlara yol açabilir. Dolayısıyla geçmişten günümüze gelen budun, il veya konfederasyon gibi siyasi veya daha çok siyasi olan kimliklerinin, oba, uguş, oymak, boy gibi soy kimliklerinden farklı anlamları olduğunu, olabileceğini dikkate almak gerektiği gibi, boy ve budun kimliklerinin, kararsız yapılarından her iki yöne gidebileceklerini de hesaba katmak gerekiyor. Üstelik bu terimlerin bir kısmının tam olarak ne ifade ettikleri de hâlâ netleşmiş değil. Ama herhalde en yanlış yaklaşım, günümüzün modellerini olduğu gibi bu dönemin modellerini anlamak için kullanmak. Bugünün insanları olarak kendi şemalarımızın ve modellerimizin etkisi altında olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Pastoral göçebelerin dünyasında bir yere gönderme yapan kimliklerin en azından soy modelleri alanında var olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu tür kimliklerin daha çok siyasi kimlikler alanında var olmuş oldukları gözüküyor. Örneğin, belli bir bölgede yaşamış konfederasyon veya budun o bölgenin coğrafi özellikleriyle ilişkilendirilebilecek adlar alabiliyor ama soy kimlikleri düzeyine indiğimizde bir yere gönderme yapan kimliklere neredeyse hiç rastlanılmıyor. Kimliklerde kullanılan adların tam olarak nasıl bir düşünce mekanizmasının ürünü olduklarını muhtemelen bir süre daha veya hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama nasıl bir zihniyetin pastorallerin ürettikleri kimlik modellerine yön verdiğini söylememiz mümkün; en azından bu konuyla ilgili çeşitli ipuçları var elimizde. Bu kimlik modelleri arasında da, diğerlerine de yön vermiş olma ihtimalleri yüksek olduğundan, ilk önce soy modellerini ele almak gerekiyor. Asya bozkır göçebelerinin soylarını düzenlemek için kullandıkları yöntemin bölünmeli soy sistemi olduğu konusunda, bu alanla ilgili araştırmacıların büyük kısmının fikir birliği içinde olduğu söylenebilir. İnsanların türeme modellerini temelde iki farklı şemaya dayandırdıklarını söyleyebiliriz: Bölünmeli Soy Sistemleri ve Klan Sistemi. Her ikisinde de amaç ortak bir kökenden gelen grup üyelerini, bunların oluşturduğu alt grupları, bu grupların birbirleriyle ve ortak kökenle olan bağlantılarının niteliğini tanımlamaktır. Birbirine çok benzeyen bu iki sistemde en önemli farklılık, bölünmeli soy sistemlerinin sistemdeki her unsurun ortak ataya ve diğer kısımlara olan mesafeleri belirtmesi ve bunlara önem vermesiyken, klan sisteminde mesafeler önemli değildir. Yani birinci sistemde bir birey ortak ataya babasından veya anasından (atasoyluluk kadar anasoyluluk da olabilir; ama özellikle Altay dillerini konuşan topluluklarda atasoyluluğun yaygın olduğu gözüküyor) daha uzaktır ve bu farklılık önemlidir. Klan sistemlerinde ise bireylerin orak ataya olan mesafelerin bir önemi yoktur. Tüm bireyler bu anlamda birbirine eşittir. Ayrıca bölünmeli soy sistemi doğası gereği tek bir soydan oluşur. Bu sistemde tüm bireyler birbirlerine akrabadır.


(Şemalar: Başbuğ, S. - Asya bozkırlarındaki Altaylı göçebelerde kabile, federasyon ve devlet, Toplum ve Bilim, 69, Bahar 1996.)
Klan sistemlerinde birden fazla soy olabilir (ama olmak zorunda değildir) ve bu soyların her biri ortak atadan geldiklerini kabul etseler de, yaptıkları tanımlamalarda aralarındaki mesafelere önem vermezler; kimin kime daha yakın veya uzak olduğu önemli değildir. Bir de bölünmeli soy sistemlerinin sürekli bölünen sistemler olduklarını söylemek gerekiyor. Klan sistemleri sürekli farklı kısımlar ortaya çıkartmazlar. Diğer türeme sistemlerinde olduğu gibi, klan sistemleri de bölünür; her kuşakta dalların sayısı artar. İçsel alt bölünmeler katı bir yapı içinde kontrol altına alınmıştır. Ama klan sistemleri bir soyağacı tanımlamazlar. Bundan ötürü ortaya çıkacak soysal mesafelere gereken önem verilmeyince de, dalların zaman içinde anlam kazanmaları da gerçekleşmez.


Bölünmeli soy sitemlerinde mesafelerin önemli olması, bazı sorunların çözülmesi için özel amaçlı gruplara yol açmıştır: Öç ve Evlilik grupları. En azından bu grupların varlığı bu sitemin yapısıyla yakından bağlantılıdır. Asya Bozkır Göçebelerin dışarıdan evlenmeye çalıştıklarını görüyoruz. Neden dış evliliği tercih ettiklerinin farklı nedenleri olabilir. Bu tartışma açısından önemli olan dış evlilik grubunu nasıl tanımlamış oldukları. Bölünmeli soy sistemi neticede tek bir soy olduğundan soyun dışına çıkmak epey zor olabilir. Ne de olsa on beş kuşak ötesi de, yirmi beş kuşak ötesi de aynı soydur. Klan sisteminde sınırlar daha kesin bir şekilde belirlenmiş olduğundan aynı sorun burada söz konusu değildir. Bölünmeli sistemdeyse sürekli hareket eden, bölünen, mesafelerin sürekli değiştiği ve zaman içinde yeni mesafelerin belirdiği bir sistem vardır. Burada çok akışkan, kolay şekillenebilir, hızlı bir şekilde dağılma ve yeniden şekillenme yeteneği olan bir sistemden bahsediyoruz. Eğer bazı faaliyetler sorunsuz bir şekilde yürütülecekse, bunun çözülmesi gerekmektedir. Bu yüzden bozkır pastoralleri çeşitli yöntemler geliştirmiştir ve bunlardan biri ve muhtemelen en sık kullanılanı kuşak sayma sistemini geliştirmiştir. 7, 9, veya 11 kuşaklık sınırlar belirlenmiştir. Eşlerin bu sınırlar ötesinden bulunması gerekmektedir. Aynı şekilde öç grupları da bu sınırlar arasında kalmak zorundadır. Yani, eğer kural yedi kuşaksa, benden başlayan yedi kuşak, bir anlaşmazlık sırasında benim destekçilerimdir.

Tartışma bir parça uzamış olabilir, ama Asya bozkır pastorallerinin durumunda epey farklı bir zihniyet dünyasıyla karşı karşıya olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Eğer son cümlelere geri dönecek olursak, bölünmeli soy sistemlerinde mesafelerin önemli olmasının ve kuşak sayma yönteminin geliştirilmiş olmasının önemli sonuçları olduğunu görebiliriz. Her şeyden önce, 7, 9, 11 kuşak saymanın aslında ben kimim sorusunun yanıtı olduğunu görmemiz gerekiyor.

19. yüzyıl gezginlerinden ve araştırmacılarından Vambery’nin çok sık karşılaşılan ifadesine göre, “İki Kırgız karşılaştığında ilk soru şudur: ‘senin yedi atan kimlerdir?’…Sorunun yöneldiği kimsenin, sekiz yaşında bir çocuk olsa dahi, cevabı her zaman hazırdır; aksi takdirde ‘terbiyesiz’ olarak nitelenecektir” (Chadwick 1969/1949: 12’den aktaran Sharon Baştuğ). Günümüz dünyasında da farklı bir durum yoktur: Burada da kimsin veya kimlerdensin soruları sorulur ve buradaki kadar karmaşık olmasa da, biz de bir şekilde kendimizi tanıtmaya çalışırız. Bu noktada meselenin farklılık yaratan yanına geliyoruz. Bu dünyada herkesin yedi atası veya duruma göre dokuz veya on bir atası, kardeşler dışında bir diğerinkinden farklıdır. Dikkat edilecek olursa, bir çocuğun yedi atası, anasının veya babasının yedi atasından farklıdır. Bu, bizim dünyamızdaki durumdan çok farklıdır. Bölünmeli soy sitemi birey merkezlidir. Her ne kadar burada da gruplar oluşturmak, kişinin kendi grubuyla birlikte hareket emesi önemli kavramlarsa da, neticede herkesin kendi özel grubu vardır. Ancak kardeşlerin grubu büyük çapta birbirilerinkine benzeyebilir ve kardeşler ne de olsa aynı kuşaktandır ama onların durumunda bile, kendilerinden sonraki kısımların gruplarına göre farklı birliktelikler, grupsal ittifaklar ortaya çıkabilir. Özellikle anlaşmazlıkları çözmek için oluşturulan öç gruplarında bu farklılık daha net bir şekilde gözükebilir. Aynı soyun üyesi olan insanlar, örneğin yedi kuşak sayma bağlamında çok farklı destek (öç) gruplarının parçası olabilir. Burada sorulması gereken, bu bireylerin neye daha çok önem verdikleridir. Acaba belli bir soyun üyesi olmak mı daha önemlidir, yoksa kuşak sayarak oluşturulan daha küçük grubun üyesi olmak mı? Altay göçebelerinin bir zamanlar hüküm sürdüğü dünyada daha küçük bir grubun üyesi olmak, günümüz dünyasında ulu-devlet formasyonunun içinde var olan alt grupların üyesi olmak gibi bir şey miydi? Bugün bile Türkiye’deki aşiret bağlantılarının örneğin elinde çok güçlü araçların olan yurttaşlık kimliğinin veya ulusal kimliklerin önüne geçtiğini görüyoruz. Bozkır göçebeleri bağlamında bu hâlâ tam anlamıyla çözülmüş bir mesele değil. Her ne kadar küçük kabul ettiğimiz grupların daha etkili olmuş olduklarını gösteren birçok işaret varsa da, son nokta henüz konulmuş değil. Bununla beraber, bu dünyada grupların çok daha farklı bir şekilde oluşturulduklarını, yani neredeyse herkesin kendi kişisel grubu olduğu, birey-grup bağlantısının bu yüzden çok daha farklı algılamalara yol açabileceğini dikkate almak, eğer amaç bu dünyanın kimliklerinin nasıl oluşturulduğunu anlamaksa, şarttır.

Tartışmanın başlarında belirtildiği gibi, elbette pastorallerin matematiksel bir hassasiyetle bu sistemi uyguladıklarını düşünmemiz gerekmiyor. Sistem, her insan faaliyetinde olduğu gibi, çeşitli aksaklıklarla, eksikliklerle ve insanların çeşitli şekillerde sistemi farklı bir şeylere dönüştürmeleriyle birlikte çalışmış olmalı. Herhangi bir soyun üyelerinin tüm soy ilişkilerini belleklerine yerleştirdiklerini de düşünmek gerekmiyor ama bu ilişkilere bugünün etnik insanından çok daha fazla önem verdikleri ortada. Çünkü en önemli faaliyetlerini yerine getirmelerinin ve hatta bulundukları dünyada başarılı olmalarının, bu ilişkilerin bilgisine ulaşmayla yakından bağlantılı olduğu gözüküyor. O dönemle ilgilenen araştırmacıların göz ardı edemeyeceği bir durum bu ama buradan yola çıkarak pastorallerin dünyasındaki her süreci ve her oluşumu da soy ilişkilerinde gördüğümüz bu gayet önemli sürece indirgemek de bu sefer diğer aşırı uca gitmek olacaktır. Bu tartışmayı ortaya çıkartan soruyu hatırlayacak olursak, amacımız pastoral dünyada görülen Türk kavramının ne anlama geldiğini anlamaktı. Soy sistemlerini inceleyerek ilk önce bu dönemin insanlarının nasıl bir soy şeması kullandıklarını anlamaya çalıştık. Buradan gidilmesi gereken yer, Türk kavramının bu şemada nasıl algılandığını anlamak ve daha da önemlisi böyle bir şemanın hangi koşullarda bir etnik kimlik şemasına dönüşebileceğini çözmek olmalı.

Türk kavramına Orhun Yazıtlarında rastlıyoruz ve burada karşımıza bir bodunun adı olarak çıkıyor. Bodunlardan bahsetmeye başladığımızda artık soy sistemlerinin dışına çıkmaya, siyasi sistemlerin alanına girmeye başladığımızı kabul etmemiz gerekebilir. Acaba siyasi sistemlerde aynı soy sitemlerinde olduğu gibi kuşak saymayı veya bir başka teknik olarak karşımıza çıkan yapısal karşılaştırmayı içermiş midir? Ayrıntılı bir şekilde üzerinde durmadığımız yapısal karşılaştırma da çok farklı bir zihniyete işaret etmiyor. Burada da yine kuşak saymaya benzer bir mekanizmanın kullanıldığını görüyoruz ama burada mesele herhangi bir gruba ait olan bireyin parçası olduğu hiyerarşik düzende bahis konusu ettiği grubun aynı kuşaktaki karşıtını bulmasına ve kendisini bunun üzerinden anlamlandırmasına ve tanımlamasına dayanıyor. Sonuç olarak yine aynı yere çıkmış oluyoruz. Siyasi alanda tüm bu mekanizmaların çalışmaya devam ettiklerini düşünebiliriz. Soy sistemlerinde belli bir zihniyeti sürdürmek zorunda kalan bireylerin burada çok farklı bir zihniyet doğrultusunda hareket ettiklerini düşünmemizi gerektirecek bir sebep yok. Fakat siyasi alanda artık kan bağlarından ziyade daha farklı bir şeylerin, örneğin siyasi çıkarların rol oynadığını düşünmek de daha yerinde olabilir.

Köktürk kağanlığı denen siyasi yapıda birçok bodunun bulunmuş olduğunu biliyoruz. Türkler birçok bodunu çeşitli yöntemlerle egemenlikleri altına alarak kurmuşlar bu kağanlığı. Bu bodunların bir kısmı onlar gibi Türkçe konuşmuş bodunlardan oluşmuş, bir kısmı da daha farklı dil gruplarından gelmiş. Bu arada Çinliler gibi pastoral olmayan tarım medeniyetleri için de bodun terimini kullanmışlar. Bodun sözcük olarak bod, yani boy sözcüğünün çoğulu. Dolayısıyla boylar anlamına geliyor. Türk bodunu denildiğinde Türk boylarının anlaşılması gerekiyor. Bu sözcüğü aynı zamanda halk olarak çevirenler de var. Neticede Türk boyları denildiğinde birbiriyle ortak özellikleri olan boyların kastedilmiş olduğunu anlamamız gerekiyor ama bu özelliklerin kan bağı özellikleri mi, yoksa siyasi çıkarlar mı olduğunu ne yazık ki bilmiyoruz. Boy oluşumunu soy sistemlerinin en üstüne mi koymalıyız, açıkçası onu da bilemiyoruz. Orhun Yazıtlarında Kül Tigin’in şöyle bir ifade kullandığını görüyoruz.

“Sabımın tüketi eşidigil, ulayu iniygünüm, oglanım, bikri uguşum, bodunum…” (Sözlerimi baştan sona işitin, önce erkek kardeşlerim, birleşik uguşum, bodunum…)

Günümüzde herhangi bir siyasi lider millet, ulus veya halkla başlayacaktır. Oysa buradaki sıralamada bodun, eğer gerçekten halk anlamına geliyorsa, ilk terim değil. Bodunundan önce bir de uguşumdan bahsediyor Kül Tigin. Bu sözcüklere daha başka bir yazıda tartışmayı düşünüyorum; şu anda üzerinde durmak istediğim konu burada hâlâ soy sitemlerindekine benzer bir kuşak sayma görüyoruz sanki ama bu kuşak sayma bu durumda tamamen kansal, yani soysal bir kuşak sayma olmamış olabilir. Eğer öyleyse bu dizide soy birimlerinin bitip siyasi birimlerin başladığı noktayı da tespit etmemiz gerekiyor. Bunun önemi pastoral toplulukların aynı zamanda farklı soyları kendi içlerine almak için çeşitli mekanizmalar geliştirmiş olmalarından kaynaklanıyor. Acaba bu mekanizmalar hangi alanda çalışmak için geliştirilmişti? Soy sistemlerinde mi, siyasi sistemlerde mi?

Şimdilik asıl amacımıza dönecek olursak, Kül Tigin’in bodununun adının Türk bodunu olduğunu biliyoruz. Orhun Yazıtlarında bu bodunun hangi boylardan oluştuğu açıklanmıyor. Fakat Bacot,1957’ye gönderme yapan Divitçioğlu’na göre, Türkleri on iki boyu vardı ve bunların adaları Za-ma-mo-nan, Ha-li, A-cha-ste, Çar-du-lı, Lo-lad, Par-sıl, Rngi-ke, So-ni, Yol-to, Yan-ti, He-bdal ve Garga-pur’dur. (Buradaki adlar Tibetçe üzerinden gelmektedir; Türkçeleştirildiğinde daha anlaşılır adlar çıkacaktır). Diğer yandan örneğin adı Orhun Yazıtlarında sık sık karşımıza çıkan Tokuz Oğuz bodununun hangi boylardan oluştuğunu biliyoruz. Tokuz Oğuz bodununun da Türkçe konuşan bir bodunu olduğunu biliyoruz ama her ne kadar Orhun Yazıtındaki kağanlar Tokuz Oğuzların da onun bodunu olduğunu ileri sürse de, bu bodunun adı Türk değil ve her iki bodunu bir üst düzeyde adlandırmamızı sağlayacak bir terimle karşılaşmıyoruz. Tokuz Oğuz bodunu dokuz parçaya ayrılıyor: Uygur, Baku, Hun, Bayırku, Tongra, Ssu-Chien, Ch’i-pi, A-pu-ssu ve Ku-lun-wu-ku. Bunların arasından Uygur grubununsa (veya boyunun) Yağlakar, Uturkar, Kürebir, Baksıkıt, Avuçag, Kasar, Yabutkar, Ayabir alt gruplarından oluştuğunu görüyoruz. Bu gruplar arasındaki bağlantılar muhtemelen farklı bir tartışmanın konusu olmak zorunda. Çünkü hem Oğuzların hem de Uygurların tek bir yerde değil, birçok yerde karşımıza Üç Oğuzlar, Tokuz Oğuzlar, On Uygurlar, Tokuz Uygurlar adlarıyla çıktıklarını görüyoruz. Daha da ilginç olan bir ayrıntı da, bir alt grupta bir üst düzey için kullanılmış ad karşımıza çıkmıyor. Örneğin Dokuz Oğuzların arasında bir Oğuz boyu yok. Bu da bu terimlerin ne anlama geldikleri üzerine daha fazla düşünülmesi gerektiğine işaret ediyor. Eğer buradaki örnekler bir genel eğilime işaret ediyorsa, o zaman Türk bodununun boyları arasında da bir Türk boyu yok. Günümüz dünyasıyla karşılaştırdığımızda, yine epey farklı bir durum çıkıyor karşımıza. Bizim dünyamızda herhangi bir etnik grubun üyesi yine aynı adla tanımlanır. Bir Türk veya İngiliz etnik grubunun üyesi yine Türk veya İngiliz olarak adlandırılır. Oysa Pastorallerin dünyasında örneğin Tokuz Oğuz bodunu üyelerinin farklı şekillerde adlandırılmış oldukları ihtimalini düşünmemiz gerekiyor. En azından iki farklı adı kullanmış oldukları ihtimalini dikkate almamız gerekiyor ki, arkasından bunun günümüze nasıl çevrilebileceği sorusu çıkacaktır karşımıza. Eğer Tokuz Oğuz ve Tongra grup kimlikleri aynı anda aynı önemde kullanılmışsa veya biri soy kimliği olarak görülürken diğeri siyasi kimlik olarak kabul edilmişse ve yine aynı anda kullanılmışlarsa, bunun günümüze nasıl aktarılabileceğini çözmemiz gerekiyor ki, bugün Anadolu’da kendisine Türk diyenlerin kökeninin bu pastoral dünyayla nasıl ilişkilendirilebileceği sorusunu yanıtlayalım. Aksi takdirde böyle bir iddiada bulunmak anlamsız olacaktır.

Bu bir kültürün değer, terim ve kimliklerini, yani zihniyetinin bir kısmını, başka bir kültürün değer, terim ve kimliklerine çevirmenin, bu iki grup arasındaki geçiş ilişkilerini göstermenin üzerinde çok durulmamasına rağmen, köken iddiaları bu yapılmadığı sürece geçersiz kalacaktır. Geldiler ve değiştiler bir açıklama değildir. Örneğin Eğer Osmanlılar kendilerini Kayı boyundan görmüşlerse, hangi noktadan itibaren kendilerini Türk olarak görmeye başladıklarının ve bu geçişi nasıl başardıklarının açıklanması gerekmektedir. Üstelik pastorallerin durumunda gösterdiğimiz gibi, çok farklı şemaların değişmesi, başka şemalara dönüşmeleri söz konusuysa, bu açıklamaları yapmak çok daha önemli olmaktadır. Çünkü şu ana kadar gösterildiği gibi, pastorallerin kendilerini adlandırmaları çok farklı bir şemaya dayanmaktadır ve bu şemanın hangi noktasında bir etnik kimlik anlayışının belirdiği önemli bir sorudur. Etnik kimlik modelinin ortaya çıkabilmesi için her şeyden önce ortak ataya olan mesafelere verilen önemin ve dolayısıyla bireye özgü grup anlayışının ortadan kalkması gerekmektedir. Bu olmadığı sürece bir etnik kimlik anlayışından bahsetmek boşunadır. Çünkü yukarıda verdiğimiz örneklerdeki alt ve üst grupların hiçbiri, eğer kapalı gruplar, yani klanlar biçiminde tasarlanmamış ve algılanmamışlarsa, etnik kimlik modellerini doğuran şemaya uygun değildir. Bu geçişin tam olarak ne zaman gerçekleştiğini şu anda söylemek zor ama bir noktada gerçekleşmiş olması gerekiyor. Çünkü etnik kimlik anlayışında ortak ataya olan mesafelerin önemi yoktur.

Konuyu toparlayacak olursak, şimdilik şöyle bir etnikleşme süreci modeli tasarlayabiliriz. (1) Türk sözcüğü henüz tam olarak açıklayamadığımız koşullar içinde ve süreçler sonunda bir bodunun adı olarak Asya’nın bozkır dünyasında beliriyor. (2) Bu bodunun muazzam bir kağanlığa dönüşmesi Türk adının tanınmasına yol açıyor ve böylece Türk adı iki farklı yolculuğa başlıyor: bir yandan başarılı bir kağanlık kurmuş bir bodunun adı olarak, diğer yandan da düşman bir kağanlığın adı olarak. Birincisi Türkçe konuşan topluluklar arasında en azından Cengiz Han dönemine kadar önemli olurken, diğeriyse daha çok medeniyetler dünyasında bir ötekileştirme aracı ve öteki terimine dönüşüyor. (3) Bir noktada pastoral topluluklar daha farklı bir türeme şeması geliştirerek, mesafelere önem veren soy sistemlerinden buna önem vermeyen sistemlere, yani klanlara doğru dönüşmeye başlıyorlar. Bu değişim Köktürk döneminde de başlamış olabilir veya daha sonra Ortadoğu’ya yerleşmeye başlamış pastoral göçebe topluluklar arasında da. (3) Bu şema varlığını sürdürüyor ama bir etnik topluluk modeline gidildiğini görmüyoruz. Burada Müslümanlığın etkisini de düşünmek gerekiyor. Müslümanlığın daha farklı bir şema getirmiş olduğunu ve bu gelişimi büyük çapta sınırlamış olduğunu düşünebiliriz. (4) Büyük değişiklik Avrupa’dan geliyor. Etnik kimlik modeli kesinlikle Batı’dan geliyor ama bu modelin dayandığı şemanın bazı unsurları zaten Osmanlı toplumunda var olmuş olabilir. Ortak köken düşüncesi zaten var. Bir tek bunun kan bağına dönüşmesi gerekiyor ki, Müslümanlıkta bu anlayış var olmamış olsa bile, Müslümanlığın cemaatsel kimlik model ve şemasının altında ortak köken anlayışına dayanan (ama mesafelerin önemli olmadığı) alt kimliklerin var olmuş oldukları ve Batı’dan gelen şemanın süratle bunları harekete geçirdiğini düşünebiliriz. Bu model evrimsel bir çizgiye işaret etmiyor. Burada (1)’den (4)’e doğru giden düzgün evrimsel bir gelişim yok. Aksine birçok kesintiler, kopmalar var ve zaten bu yüzden bu satırların yazarı Türk bodunuyla Türk etnik grubu arasında doğrusal bir bağlantı kurulamayacağını düşünüyor. Bugün kullanılan Türk kavramı Ortaçağ’da pastorallerin kullanmış oldukları Türk kavramından gelmiyor. Çünkü her ikisi de farklı düşüncelere yol açıyor. İkinci Türk kavramının ortaya çıkması Asya pastorallerinden çok Avrupa kültürlerine bakmayı gerektiriyor. Orhun Yazıtlarını okuyarak bugünün Türk kavramını anlamak mümkün değildir, ama Avrupa’da son üç yüz yılda belirmiş düşünceler yoluyla bugünün Türk kavramını anlamak çok kolaydır.

Yorumlar