Genler ve Tarih3 - Erhan Afyoncu'nun yazısına yanıt

Tekrar merhaba,

Genelde göç deyip geçiyoruz ama nedense milyonlarca insanın neden göç etmek isteyecekleri ve bunu nasıl başaracakları konusu üzerine pek düşünmüyoruz. Göç her şeyden önce fiziksel bir eylemdir. Milyonlarca insanın göçüyse çok büyük etkileri olması gereken büyük bir fiziksel eylemdir. Orta Asya’dan Anadolu’ya milyonlarca insanın göçü kolay bir iş midir? Tabii bunu düşünmeden önce bir parça rakamlar üzerinde de düşünmek gerekiyor. Milyonlarca insan Orta Asya’da ne yapıyor? Nasıl geçiniyorlar? Pastoral göçebe oldukları kabul edilen Altay toplulukları bu kadar büyük nüfusları kaldırabilir mi? Bu arada tabii hayvanları da hesaba katmamız gerekiyor. Örneğin Moğol ordusunun savaşa giderken savaşçı başına dört at götürdüklerini biliyoruz. Bu durumda bir milyonluk bir grupta (üstelik çoluk çocuk) inanılmaz bir rakamdan bahsetmemiz gerekiyor. Yüz bin kişilik bir grup bile epey kalabalık olacaktır. Tek bir parça halinde hareket ettiklerini düşündüğümüzde, yol üzerindeki yerler için bir felaket söz konusudur. Ama yine aynı soruya geri dönecek olursak, milyonlarca insan Orta Asya’da ne yapıyor? Orta Asya bozkırlarında bir medeniyetleşme faaliyeti yok. Pastoral ekonomilere dayanan göçebe grupları var. Orta Asya veya daha doğru bir deyimle Avrasya bozkırlarında medeniyetleşme yok ama varsayalım ki oldu ve bir milyon insan tek parça halinde göç etti. Lojistik nasıl çözüldü? Gidecekleri yer konusunda bilgileri sınırlı, nereye ve nasıl yerleşeceklerini bilmiyorlar. Farklı bir iklim ve farklı hastalıklar söz konusu. Göç, göçebelerin en açık oldukları an. Aşıkpaşazade tarihinde Osman Bey ve yandaşlarının rakiplerinden en çok göç sırasında korktuklarını okuyoruz. Baskınlara uğrayabilirler, düşman grupların topyekûn saldırısıyla karşı karşıya kalabilirler. İşler ters gidebilir, hayvanlarını kaybedebilirler. Moğol ordusunun toplam savaşçı sayısı bile 120.000’i geçmemişken, nasıl milyonların hareketinden bahsedebiliriz, ki Moğol ordusu son derece disiplinli ve örgütlüydü. Tüm bunları düşündüğümüzde, küçük grupların hareketinden bahsetmek daha uygun gözüküyor.

Genelde göç tezi savunucuları bu tür sorular sormuyor. Konuyu böyle derinlemesine tartışmıyorlar. Oysa bu tür bir tartışma başladığında, göç tezinin daha baştan, henüz genetik çalışmalara başvurmadan, epey sorunlu olduğu gözüküyor. Üstelik gelenler bir de pastoral göçebelerse, sorun daha da karmaşık bir hal alıyor. Çünkü pastorallerin tarım toplumlarıyla birlikte var olduklarını biliyoruz. Kendileri tarım yapamıyorlar. Ancak çok sınırlı ölçüde. Dolayısıyla ekonomik faaliyetleri ancak çok küçük grupları besleyebilecek düzeyde. Siyasi alanda büyük siyasi topluluklar oluşturabilmeleriyse, böyle bir projeyi finanse edebilmeleriyle mümkün. Bu da tarım toplumlarıyla birlikte yaşamayı gerektiriyor. İki seçenek mevcut: yağma ve ticaret. Tabii ekilebilir alanlara geçildiğinde, bir de tarım seçeneği var ama bu zaten pastoralliğin sona ermesi anlamına geliyor. Uzun süreli bir var oluş projesinden bahsedeceksek, pastorallerin tarım toplumlarını yok etmemeleri gerekiyor. Yani Anadolu’ya gelen pastorallerin önlerinde çok fazla seçenek yok. Otlaklar sınırlı. Moğolların Anadolu’ya gelmeleriyle büyük bir çatışmanın koptuğunu biliyoruz. Yani Anadolu’nun pastoral kapasitesi hem sonsuz değil, hem de büyük değil. O yüzden milyonlar derken düşünmek gerekiyor. Muhtemelen iki tür pastoral yaşam mümkün Anadolu habitatında. Orta Anadolu’da nispeten daha kalabalık göçebe grupları ve Anadolu’nun dört yönünde sürdürülebilecek daha sınırlı bir yaylacı göçebelik. Bu ikisi arasındaki farkın tam olarak nasıl tanımlanması gerektiğinden şu anda ben de emin değilim. Daha fazla araştırma yapılması gerekiyor ama zaten dikkat çekmek istediğim de bu. Doğru dürüst bir çalışma yok. Göç tezi dini bir dogmayı andırıyor. Sadece inanılması gereken bir tez.

Durum böyle olunca, sormamız gereken bir başka soru çıkıyor: Bu koşullar altında gelenler asimilasyona ne kadar dayanabilir? Çok büyük bir dalga gelmiyor, gelemiyor. Geldiğini farz edelim, geldikten sonra küçülmek zorunda ya da yaşam tarzını değiştirecek. Geldikleri yer güçlü bir tarım toplumu. Bu, bozkırlarda yer değiştirmekten çok farklı bir durum. Geldikleri yere uyum sağladılar diyeceksek, nasıl bir uyum sağlama bu? Tarım toplumlarının bozkır yaşam tarzına ihtiyacı yok (aynı şekilde bozkırlara yerleşen bir tarım toplumu da pastoral göçebeliğe dönüşmek zorunda) ve üstelik tarım toplumlarının yaşam tarzını benimsemeye başlayan pastoraller bozkır kültürünü koruyup da ne yapacaklar? Eğer koruyamıyor ve sonunda değişiyorsa, nerenin kültürünün geldiğinden bahsedeceğiz? Eğer “kazanan” Anadolu’nun yerleşik kültürü olmuşsa, o zaman Türklerin veya Oğuzların geldiği falan yok. Tamamen veya büyük çapta asimilasyona uğrayan bir kültürün gelmiş olduğunu kabul etsek ne olacak? Ortada gelen bir kültür yok. Sonuçta yok oluyor. Anadolu’nun Türkleşmesi dediğimizde belki dil alanında bir Türkleşmeden bahsedebiliriz ama diğer alanlara baktığımızda aslında Türklere ait olduğu kabul edilen yaşam tarzının yok olduğunu görüyoruz.

Bu noktada bir an durmamız gerekiyor. Birileri Türklerden bahsediyor. Avrupalılar bu bölgeyi Türkiye olarak adlandırmaya başlıyor. Peki, ne değişiyor da farklı bir adlandırma söz konusu oluyor. İlginç olan, Anadolu’nun doğusundakilerin ve de buraya yerleşenlerin burayı hâlâ Diyar-ı Rum olarak adlandırıyor olmaları. İki terim daha var: Anadolu ve yaygınlığının ne kadar olduğundan henüz tam olarak emin olmadığım Küçük Asya. Burada ilginç olan gelenler yerleştikleri topraklara Diyar-ı Rum derken, onların gelişiyle bu toprakları farklı şekilde adlandıranların varlığı. Marco Polo’ya baktığımızda (ki ilk kez Türkiye ismini kullananların İtalyanlar olduğunu gösteren güçlü işaretler var) bir de Büyük Türkiye olarak Asya’da bir bölge var. İtalyanlar bariz bir şekilde bu ikisi arasında bir ilişki görmüşler. Çıkış noktaları siyasi gücün kimde olduğu olabilir. Gelenlerse böyle bir isim kullanmıyor. İki farklı bakış var burada; en azından siyasi alanda. Türklerden bahsedilmiş olması çok fazla bir şey açıklamıyor. Aksine meseleyi biraz daha karıştırıyor.

Diğer yandan genetik çalışmalara baktığımızda, zaten Orta Asya’dan Anadolu’ya çok fazla gen transferi gözükmüyor. Genetik açıdan bakıldığında, bu topraklarda Türkler veya Oğuzlar gelmeden önce var olan nüfus yapısı çok fazla değişmemiş. Değişmediyse, var olan kültür yapısı da çok değişmemiştir. Aynı kültürel pratiklerin ve tarzların devam etmiş olması gerekiyor. Aslında göç denen şeyin hiç de kolay bir şey olmadığını ve büyük göçlerin ancak modern çağla birlikte mümkün olmaya başladıklarını düşündüğümüzde, bu sonuç çok normal. Bugün milyonlarca insanı çok kısa bir süre içinde Türkiye’den Avrupa’ya taşımak mümkün. Örneğin Hollanda’ya birkaç milyonluk göç o ülkenin nüfus ve kültür yapısını değiştirebilir. Neden? Çünkü nispeten kısa sürede fazla sayıda insan çok sorun yaşamadan bir yerden bir yere gidiyor. Fakat en modern koşullarda bile gelenlerin geldikleri yeri süratle değiştiremediklerini görüyoruz. Bir de ortaçağı düşünelim. Anadolu için modern çağda bile gerçekleşmesi zor bir göç senaryosundan bahsediyoruz. Bu durumda tabii ki bazı kuşkular beliriyor; hele bir de bu göçü destekleyecek kanıtlar yetersizse.

Sorun her şeyden önce göç tezi; sadece Orta Asya tezi bağlamında değil ama genelde modern çağdan önceki toplumsal hareketler bağlamında. Bölgesel nüfus yapılarının çok erken bir dönemde şekillendikleri gözüküyor. Bu bölgelerde görülen medeniyetler varlıklarını bu nüfus yapılarına borçlular. Öyle ikide bir milyonların geçip gittiği bir yerde güçlü bir medeniyet de şekillenemez. Ya “medeniyetler beşiği” Anadolu’dan ya da “Anadolu köprü”sünden bahsedeceğiz. İkisi bir arada olunca epey çelişkili bir durum beliriyor. Genetikle ilgili haberde herkes çok fena bir şekle kana, bölünmeye vb. taktı. Bu tür sorular gözden kaçtı. Oysa asıl tartışılması gerekenler bunlar. Sadece resmi tez değil ama resmi teze karşı popüler tezler de tutarsızlıklarla dolu. Tarihçilerin kendi uzmanlık alanlarında yaptıkları çalışmalardan bahsetmiyorum. Bu alanda epey düzgün çalışmalar var. Bu tür tarihçilik konusunda büyük bir sıkıntı olduğunu sanmıyorum. Benim kafamı meşgul eden konu, büyük anlatı düzeyinde bu toprakların tarihini yazma çabalarının içerdiği büyük tutarsızlıklar, çelişkiler. Bu alanda acınılacak bir durum söz konusu. Belki bu da ayrı bir uzmanlık alanı ama mesele sadece resmi tarihçilikte karşılaşılan bir sorun değil. Orta Asya göçünün etkisinin sınırlı kalmış olduğunun tespiti sorunları çözmüyor. Daha önce Hint-Avrupa kavimlerinin göçleri var. Onlar ne kadar değiştirmiş bu toprakları? Eğer bu topraklar göçlerden etkilenmemişse, o zaman ne tür bir geçmişten bahsediyoruz? Göçlerden hiçbir şekilde etkilenmeme olamaz. Elbette bazı etkileri olmuştur. Ama dikkat edilirse, Anadolu’nun tarihi daha ziyade şu geldi, bu geldi şeklinde. Bir türlü bu zihniyeti aşan bir tarih yazamıyor ve öğretemiyoruz. Neredeyse herkes dışarıdan gelmiş. Böyle bir şey olabilir mi?

Yorumlar

  1. belki acemice bir katkı yada kaale alınmayabilecek bir düşüncede olabilir ama demekte fayda var, tarihçi değilim lakin meraklıyım .
    900 lü yıllardan itibaren anadoluya yoğun bir orta asya göçü söz konusu olabilir ama bu göç daha sonra 1400 lü yıllardan sonra bir kısım orta asya kökenlilerin trakya üzerinden balkanlar götürülmesi ve büyük bir kısımda alevi bektaşi ve safevi devleti yandaşlığı sebebiyle anadoludan irana veya kafkasyaya bir göç daha gerçekleştirmiş olması olası değilmidir o esnadada daha bi irani kavim olan kürtlerinde onların boşalttığı yerlere akması olabilirmi
    benimkisi bir düşünce katkı olabilecekse ne mutlu olamayacaksada zaman çaldım özür :) güzel geceler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder