Genler ve Tarih2 - Erhan Afyoncu'nun yazısına yanıt

Türklüğün yeni bir kimlik olduğu meselesine gelince, herhalde şöyle konuşmam Erhan Afyoncu’nun yaklaşımına daha uygun olacaktır: “Sanki göç eden herkesle konuşuldu da, gelenlerin hepsinin Türk olduğunu biliyoruz.” Hiç olmazsa genetik analizlerde yüzlerce insanın genleri var önümüzde. Belgeler arasında kaç tane bu göçü yaşamış tanık ifadesi var? Üstelik Bizans ve Ermeni kaynaklarında gelenlerin kimliği konusunda çelişkili ifadeler de var. Örneğin Bizanslı tarihçiler İranlı anlamına gelecek terimler kullanmış. Ermeniler tarafından kullanılmış Tacik terimiyse hâlâ bizimle beraber. Haydi Bizans terimlerini Roma tarihçiliğinin yüzyıllar öncesine giden kategorileri kullanma ısrarıyla açıklayabiliriz ama diğerlerini ne yapacağız? Bu arada “Türkmen” kültürüyle birlikte İran ya da Fars kültürünün de aynı anda Anadolu’ya veya günün terimlerine sadık kalacaksak Diyar-ı Rum’a girmesini nasıl açıklayacağız? Elbette bu durumu Farsileşmiş Türkler şeklinde açıklayabiliriz ama bu bile bu bölgeye giren kimliklerin tam olarak bugünkü etnik kimlikler bağlamında açıklanamayacağını göstermiyor mu? Sonuç olarak durum hiç de göründüğü kadar net değil.
Göktürkleri es geçmem gibi bir durum söz konusu değildi. Tüm dergiyi kullanmama izin verselerdi elbette değinirdim ama böyle bir ayrıcalığım maalesef yoktu. Çin, Arap ve Bizans kaynaklarının varlığıysa, sanırım Erhan Afyoncu fark etmemiş, zaten yabancılar argümanını destekliyor. Türk terimini ilk kullananlar yabancılar demişsem, bu herhalde Sabah gazetesinden kaynaklanan bir sorun. İlk kullananlar elbette Türkler, eğer Orhun yazıtlarının diline sadık kalacaksak (Türklerin kendilerine Göktürk dedikleri bir parça zorlama bir yorum gibi gözüküyor, çünkü bu terime Orhun yazıtlarında çok fazla rastlanmıyor; bir veya iki kez.) Diğer yandan Türk teriminin Orhun yazıtlarındaki kullanımı epey bol ama tüm Türkçe konuşan grupları kapsayan bir kimlikten bahsedilmediğini düşündürüyor. Her ne kadar Türk kağanları Oğuzları veya Dokuz Oğuzları da bu kimliğin içine katmaya çalışmışlarsa da, bu Oğuzlar tarafından pek benimsenmemiş gibi gözüküyor. Bu açıdan belki de günümüz Türkiye’sindekine benzer bir ısrar var gibi. Her neyse, eğer kendimizi sadece belgelerle sınırlı tutacaksak, Türklerin yok edildiğini ilan eden bir yazıt da var.

Sine-Usu Yazıtı (Kuzey Yüzü) [Orkun, Eski Türk Yazıtları, 165-66]

(…)
(5) Yine düştü, Dokuz Oğuz kavminin hepsini topladım. Babam Kül Bilge Han…
(6) Ordu yürüdü. Kendimi öne binbaşı gönderdi. Keyrede önden (şarktan)…da koyunlu.
(7)İtaata alup yine yürüdüm. Keyre başında Üç Birküde han ordusu ile katıldım. Orada…
(8) Yetiştim. Kara Kum(u) aşmış, Köğürde, Kömür dağında, Yar ırmağında üç tuğlu Türk kavmi…
(9) Tuttum; hatununu orada aldım. Türk kavmi orada bütün (?) yok oldu. Andan sonra tavuk yılında [=745] …kavm…duyup
(…)

Orijinal Diliyle aynı metin:

(…)
(5) y(a)na [tüşd?]i tok(u)z og(u)z bud(u)n(ı)m(ı)n tirü kobr(a)tı (a)lt(ı)m k(a)n(ı)m kül [b(i)l]ğ[e k(a)g(a)n?]
(6) sü yorıdı öz(ü)m(i)n önre bına b(a)şı ıtı k(e)yr(e)de önd(i)n y(a)nd(a)ç …da koyl(ı)g tok.
(7) iç(i)ğ(i)r(i)p y(a)na yorıd(ı)m k(e)yre bşında üç birküde kan süsi [b(i)rle?] k(a)t(ı)lt(ı)m (a)nda
(8) irt(i)m k(a)ra kum (a)şm(ı)ş kü(?)ğ(e)rde köm(ü)r t(a)gda y(a)r üg(ü)zde üç tugl(ı)g Türk bud(u)n
(9) ozm(ı)ş tig(i)n k(a)n bolm(ı)ş koy yılka yorıd(ı)m (e)kinti sün(ü)ş [(e)n(i)]ki (a)y (a)lt(ı) y(a)nıka t[okıd(ı)m]
(…)

Belgecilikte inat edersek, bu yazıta göre Türklerin 745’de tamamen yok edildiklerini kabul etmemiz gerekmiyor mu? Üstelik yok edenlerin de Dokuz Oğuz budunu olduğunu kabul edersek ve yine birçok tarihçinin rahatlıkla kurduğu Dokuz Oğuz - Oğuz ilişkisini de kabul edersek, o zaman Anadolu’ya gelenlerin Türkleri yok etmiş olanlar olduğu sonucuna varmamız gerekmez mi? Ama bu noktada belgecilikten vazgeçiyoruz. Çünkü bu sonuç benimsetilmeye çalışılan tezle çelişiyor. Tabii bir çıkış daha var. O dönemde kullanılmış Türk terimiyle bizim bugün kullandığımız Türk kimliği arasında niteliksel bir farklılığın olduğunu kabul edebiliriz ki, zaten burada karşımıza çıkan çelişkili durum da bizi bu sonuca getirmektedir, özellikle kendimizi sadece elimizdeki belgelerle sınırladığımızda.

Çin, Arap, Bizans ve daha sonraki Avrupa kaynaklarına baktığımızdaysa, elbette Türk kavramından bahsedildiğini görüyoruz ve burada karşımıza Türk kağanlığında var olmuş Türk kimliğinden çok daha geniş kapsamlı bir kimlik çıkıyor. Fakat bu kimliğe dikkatle baktığımızda, aslında bir öteki kimliğinin şekillendirildiğini görüyoruz. Çoğu kez bu hoş bir kimlik de değildir. Bu korkulan, istenmeyen, bir şekilde durdurulması gereken bir güce, bir varlığa atfedilen bir kimliktir ve bugünlere kadar gelmiştir. Bu elbette neredeyse etnik denebilecek bir büyük grup kimliğidir ama uzun bir süre Türkçe konuşan toplulukların benimsediği bir kimlik olarak çıkmıyor karşımıza. Ancak on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bir topluluk tarafından benimsenmeye başlıyor. Bu yüzden 2000 yıl öncesine giden kimlik tartışmalarını sağlıklı bir şekilde yapabilmek için (ki bu tarih Türk kağanlığından öncesini varsaymamızı da gerektiriyor), sadece Türkçe konuşan toplulukların geride bıraktıkları izler çok önemli oluyor ama ne yazık ki çok fazla bir şey yok. Belki Karahanlıların dünyasında Türk kimliğinin, en azından elitler arasında ve siyasi alanda sürdüğünü ileri sürebiliriz. Hazarların dünyasında da benzer bir durumla karşılaşmak mümkün ama Selçuklular tamamen farklı bir yönde ilerleyerek kendilerini bu gelenekten koparmış gözüküyorlar. Diyar-ı Rum’a en az iki farklı grubun geldiğini söyleyebiliriz. Selçuklular ve Danişmendliler. İkisinin de kökeni Oğuz ama iki farklı kimlik veya gelenek var. Çok fazla ayrıntıya girmek değil amacım ama eğer bir şeyler söylenecek veya bir şeyler eleştirilecekse, en azından bu derece ayrıntılı yaklaşmak, kolay çözümlerden kaçınmak gerekiyor. Sonunda Diyar-ı Rum’a Selçuklu egemen oluyor ama Danişmendlilerin etkisi tamamen yok oluyor mu? Osmanlı’yla aralarında bir ilişki kurulamaz mı? Bu çerçevede net tür etnik kimlikler söz konusudur, eğer tabii etnik kimlik denen şeyin bu dönemde geçerli olduğunu gösterebilirsek?

Burada ilginç bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Kemal Yavuz ve Yekta Saraç’ın Aşıkpaşazade tarihini okurken (herhalde orijinal diline başvurduğuz sürece diğer baskılar da olabilir) Türk kelimesine sık sık rastlıyoruz (yaklaşık otuz kez) ve bu duruma bakıp işte Türklerden bahsediliyor diyebiliriz. Oysa bu kelimeyi kimlerin kullandığına baktığımızda neredeyse tüm kullanımların tekfurların, kafirlerin ve Hıristiyan kralların ağzıyla verildiğini görüyoruz. Aşıkpaşazade sadece bu kişilere Türk sözcüğünü kullandırıyor gibidir. Burada benim gördüğüm yedi istisna vardır ve bunların altısı Aşıkpaşazade’ye aittir ama bu altı örnek de tekfurlarla ilgili olaylara ait. Sadece bir örnekte doğrudan kafir konuşmuyor diyebiliriz ki, bu da Halil Paşa’nın “Bunları Türke virelüm Türkçe öğrensünler, sonra Türkçe bilicek getürelüm yiniçeri olsun” konuşmasıdır ama burada da konu kafirlerin devşirme kılınmasıdır. İki bin yıl öncesinden gelen bu son derece güçlü etnik kimlik sadece Türk olmayanların kullandığı bir tabir olarak karşımıza çıkıyor. Türk kelimesini Aşıkpaşazade özellikle mi bu şekilde kullanmıştır? Bu sadece Türk olmayanların Türkler için kullandığı bir sözcük müdür? Neden Türk kelimesine başka bir bağlamda rastlamıyoruz? Bunlar tarihçilerin, antropologların ve diğer geçmişle ilgilenen araştırmacıların uğraşmaları gereken sorulardır. İlginç olan bunlardır. Elbette yanıtın “Türkler yoktu” olması gerekmiyor. Birileri var ve bu birileri bariz bir şekilde Türkçe konuşuyor ve yazıyorlar ama kendilerine Türk diyorlar mı? Demiyorlarsa, bunu nasıl yorumlamamız gerekiyor ve belki de bu dönem için Türk var mıydı, yok muydu sorusundan tamamen vazgeçmemiz gerekiyor. Cevaplayamayacağımız soruyu sormanın anlamı ne? Belki de söz konusu olan sadece “kafir”in kullandığı bir tabir. Belki de gerçekten “yabancıların” kullandığı bir kimlik kurgusuyla karşı karşıyayız?

Son bir noktaya daha değinmek istiyorum. Erhan Afyoncu’nun yazısında şöyle bir kısım var. “Anadolu ise iklimi ve genis otlaklari ile Turkler'in yasantisina uygundu.Ayni zamanda Anadolu'nun yogun bir nufusa sahip olmamasi ve burada Turklere direnecek guclu bir askeri organizasyonun bulunmamasi da Turkmenler'in buraya gelmesini tesvik edici unsurlar oldu.” Burada büyük bir hata var. 1071, Bizans veya Hıristiyan Roma’nın en parlak döneminin hemen sonudur. 1025’te Bizans neredeyse tarihinin en geniş sınırlarına ulaşmıştır (Justianus dönemi hariç). Hem ekonomik açıdan hem de askeri açıdan epey önemli bir yerdedir. Anadolu’nun nüfusu yoğundur. Çünkü Bizans son iki yüzyıldır sınırlarını genişletmektedir, durumu ekonomik açıdan da hiç fena değildir. Zaten akıncıları veya gazileri çeken de budur (otlak arayışındaki göçebe pastoral Türkmen obalarına ek olarak). Direnecek askeri organizasyonu da vardır. Malazgirt’te ortaçağ standartlarına göre epey büyük bir ordu çıkartmıştır ve bu askeri organizasyon yoksunu devlet I. Haçlı seferinden itibaren kaybettiği toprakların önemli bir kısmını geri alacak, Selçuklu’yu ve Türkmenleri geri iterek Anadolu’ya hapsedecektir (Komnenos dönemi). Bu kadar güçsüzdü de, Malazgirt’ten yüz yıl sonraki Miryokefalon savaşı niye oldu?
Biraz uzun yazdığımı farkındayım ama gerekli olduğunu düşünüyorum. Anlaşılmaya çalışılan geçmiş kanımca epey karışık ve karmaşık; 2000 yıldır varlığını değişmeden sürdüren bir etnik kimlik teziyle açıklanamayacak ve anlaşılamayacak kadar. Bir dahaki yazımı genler ve göç tezine ayırmayı planlıyorum.

Yorumlar